"..... ALLAH size güçlük çıkartmak istemez, Ancak O sizi Tertemiz / Ak pak/Arı duru kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister, Umulurki şükredersiniz "

27 Ekim 2010 Çarşamba

abdesti son abdestinizmiş gibi almak


abdestiniz eğer son aldığınız abdest olsaydı o abdesti nasıl alırdınız?
diyelim ki, bir savaştasınız ve belkide son abdestinizi alıyorsunuz
neler düşünürdünüz ellerinizi yıkarken?
neler hissederdiniz ağzınızı burnunuzu yıkarken?
yüzünüzü yıkarken bir daha hiç yıkayamayacağınızı biliyorsanız nasıl yıkardınız?
tövbeler edermiydiniz geçmişinize yönelik?
yeminler edermiydiniz geleceğinize yönelik?
kendinize ne sözler verirdiniz?
Allaha ne sözler verirdiniz?
savaş meydanına tertemiz mi varmak isterdiniz?
ölüme abdestli varmak istermiydiniz?
o zaman gerçek abdest alırmıydınız?
tövbe ya Rab, affet Allahım diyerek
gönlünüzü, zihninizi, geçmişin izlerini, geleceğinizi temizlemeye çalışırmıydınız?

büyük savaşın nefsle savaşmak olduğunu söyleyen bir peygamberin ümmetiyiz

insanlar gibi kalplerde ölebilir
kalpler abdestsizlikten ölebilir
kalpler kirden ölebilir
kalpler temizlenememekten ölebilir
kalpler pas tutabilir(83/14), kir kabuğu ile kaplanabilir(2/88),
kalpler kilitlenebilir(47/24), kalpler taş kesilebilir(2/74)

kalbinize can suyu olsun abdestleriniz
abdesti son abdest gibi almak kolay değildir
eğer abdestinizi son abdest gibi almakta zorlanıyorsanız
abdestinizi abdest gibi almak zorunuza gidiyorsa
bu gerçekten son abdestiniz olabilir
belkide bundan sonra abdest almayabilirsiniz
alamayabilirsiniz değil almayabilirsiniz
kalpleriniz taş kesilirse, su geçirmez hale gelirse
bu gerçekten son abdestiniz olabilir

abdesti yitiren namazı yitirir
namazı yitiren irtibatı yitirir
irtibatı yitiren kendini yitirir
kendini yitiren imtihanı yitirir

Etkin.Z

13 Ekim 2010 Çarşamba

ABDESTİN ÖZÜ NİYETTİR


Maide suresi 6. Ayet

Ey iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı meshedin, iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz temizlenin. Hasta iseniz, yahut yolculukta iseniz, yahut biriniz abdest bozmaktan gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız, su da bulamamışsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Bunun için de yüzlerinizi ve ellerinizi o toprakla meshedin.
Allah size bir güçlük çıkarmak istemiyor,
fakat sizi temizlemek istiyor ve
şükredesiniz diye de
üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor

ve bakın Allahın resulü ne diyor,

"Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz.
O sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, İbn Mace)

"Ameller, niyetlere göre değer kazanır." (Buharî)
Niyetin dil ile yapılıp yapılmaması farklı bir şey, Ancak Abdestte gönül-zihin niyeti abdestin olmazsa olmazıdır.

ABDESTİN ÖZÜ NİYETTİR

NİYETİNİZ YOKSA ABDESTİNİZDE YOKTUR

KİRLİ KALMAK İSE NİYETİNİZ ABDESTİNİZDE YOKTUR

ALLAHIN İSTEĞİNE UYUP TERTEMİZ OLMAK VE TERTEMİZ KALMAK DEĞİLSE NİYETİNİZ ABDESTİNİZ YOKTUR

ABDESTTEN VE NE DEDİĞİNİ BİLMEDİĞİNİZ NAMAZDAN HEMEN SONRA ELLERİNİ DALDIRACAĞINIZ KİRLİ KOVANIZI TAŞIYORSANIZ GÖNLÜNÜZDE ZİHNİNİZDE, O KOVAYI TEMİZLEMEYE KIYAMIYORSANIZ, O KOVAYI DÖKEMİYORSANIZ, O KOVAYI ATAMIYORSANIZ, YANİ KİRLİYSE NİYETİNİZ ABDESTİNİZ YOKTUR

ABDESTLE ALLAH ÜZERİNİZDEKİ NİMETİNİ TAMAMLAYACAKTIR, ÇÜNKÜ ABDEST SİZİ TEMİZLEYİP ALLAHA TESLİM EDECEKTİR, MÜSLÜMAN KILACAKTIR, İSLAM KILACAKTIR.
ABDEST SİZİ ALIP HUZURA ÇIKARACAKTIR
ABDEST SİZİ ALIP NİYETİNİZİ OKUYANIN HUZURUNA ÇIKARACAKTIR
ABDEST SİZİ ALIP NE DEDİĞİNİZİ BİLİNCEYE KADAR NAMAZA YAKLAŞMAYIN DİYENİN HUZURUNA ÇIKARACAKTIR
NİYETİNİZ TESLİM OLMAK DEĞİLSE ABDESTİNİZ YOKTUR

NİYETİNİZ TERTEMİZ OLMAK DEĞİLSE ABDESTİNİZ YOKTUR
ABDESTİN SİZİ TEMİZLEMESİ İÇİN ÖNCE NİYETİNİZİ TEMİZLEMELİSİNİZ

NİYETİNİZ TEMİZSE, ABDESTİNİZ SİZİ TEMİZLEYECEKTİR

VE ABDEST SİZİ TERTEMİZ OLARAK ALLAHA TESLİM EDECEKTİR

ABDESTİN ÖZÜ NİYETTİR!...

Etkin.Z


12 Ekim 2010 Salı

ABDEST VEREN ÇEŞMELER

SU MEDENİYETİ

Büyük bir ibadet zevki içerisinde hükümran olduğu tüm topraklara su getirmeyi, o suları da başkalarının sanat eseri diye nitelendirebileceği güzellikteki çeşmelerden, sebillerden ve hamamlardan akıtmış olan Osmanlı bu hassasiyetinden dolayı: "Osmanlı bir su medeniyetiydi" iltifatına mahzar olmuş ve bu haklı cümleyi kabullenmiştir.



Tarih boyunca bir yere su getirmek, çeşme kurmak; doğuda da batıda da sevap kabul edilmiş, bu yolda yapılan tesisler o devirlerin en güzel ve zarif sanat âbidelerini teşkil etmiştir. Şarkta din, suyu daha kıymetlendirmiş, bilhassa asırlarca İslâm dinini himaye ve yaymada büyük fedakârlık ve hizmetleri görülen Osmanlı’nın su tesisleri sanat ve mimarîlerinde çok önemli bir yer almıştır.Selçuk Sultanlarından ve Anadolu Türk Beyleri’nden günümüze kadar çok azı tamamen harap olmadan kalabilmiş üstü işlemeli o zarif çeşmeler, o güzel hamamlar bunların birer uzak hâtırasıdır. Selçuk, İran, Bizans gibi civar hükümetlerin sanat ve mimarî görüşlerinin tesirine rağmen kendine has bir tarz, bir üslûp almış olan Osmanlı Türklerinin sanat ve mimarîsinde ise su tesislerinin de kendine mahsus başkalıklarla ortaya çıktığı görülür. Zaten bu sebepten dolayı bir çok tarihçi: "Osmanlı bir su medeniyetiydi" der.



Osmanlı, daha beylikten devlete geçiş yaptığı ikinci padişahı devrinde yaşadığı bölgelere su getirmeye başlamış ve tabi ki bunu da bir sevap vesilesi saymıştır.

Bu seyir üzerinden Bursa'da Sultan Orhan zamanında başlayan ve dinî inşaatın içinde yer alan su tesislerini Edirne'de daha ilerlemiş bir şekilde, İstanbul'da ise büyük bir gelişmeye uğrayarak âbideleştiğini görürüz. Bütün bu sanat eserlerinin mermer cepheleri üzerinde Bursa devrinin, Klâsik devrin, yenilikte Lâle devrinin, sonraları Barok ve Ampir devirlerinin ve nihayet Uyanış devrinin sanatkârının ağır üslûbu, aydınlıkları, çiçekleri, münhanileri, girift hatları, sadelikleri devirlerinin kendilerine has ihtisasları halinde bulmak mümkündür.

Müslümanlarda insan şeklinin dinî telâkkiler dolayısıyla sanat eserleri üzerinde yer almamasına karşılık, zarif kıvrımların, ince ve cazip şekilli çiçek ve yemişlerin, çeşme, sebil ve şadırvanların mermerleri üzerinde güzel şekilleriyle yaraşacakları en uygun sahayı buldukları görülür.



Sultan Orhan Bursa'da dinî ve sosyal yapılarını kurdururken aynı zamanda, tepeleri sisli yemyeşil vadilerden sular toplayarak künkler, galeriler içinde şehre getirerek çeşmelerinden akıttırmıştı.

Osmanlı Türklerinin yeni kurdukları devletin tazeliği kadar yenilikle, civar şehirlerin binalarından ayrıldığı gibi, su tesislerinde de değişiklikler görülüyordu.Bunlar asırlardan beri devam eden Selçuk Sultanlarının revnaklı ve gelirli günlerinin süslü yapıları karşısında vakur ve asil bir sadeliğin güzelliği içinde âdeta sedef gibi parlıyordu. Sular ise bütün bu mermer tesisleri süslüyordu.

Suyu Osmanlı Türkleri mabetlerinin içine de almışlardı.

Yıldırım devrinde tamamlanmış olan Ulu Cami'nin kubbesi altındaki büyük mermer havuz, kendini saran ulûhîyet havası içinde günün loş aydınlıklarının süzülüşünde masallardaki şelalelerden dökülen sularla, yaprakları gecelerin nemiyle ıslanmış iri beyaz bir çiçek gibi, nice yüzyıllardan beri durmaktadır.

I. Mehmet’in Yeşil Cami'sinde ise fıskiyeli mermer havuzun günün aydınlıklarından içeri süzülen donuk akislerle koyu nefti gölgelerin titreşen hüznü içinde şeffaflaşıp esirleştiği görülür



Osmanlı da hemen-hemen yüksek rütbeli her devlet adamı muhakkak çeşmeler yaptırmıştır. Duvar Çeşmeleri, Köşe Çeşmeleri, Meydan Çeşmeleri, Namazgâh Çeşmeleri, Sütun Çeşmeler gibi çeşme çeşitleri, çeşme kültürünün bir ibadet zevkiyle nasıl geliştiğinin en önemli göstergesidir.


Sezai Karakoç’un “su yerine, süs akıyor dediği” çeşmelerimiz ciddi bir ilgiye muhtaçtır. Sayıları binleri bulan çeşmelerimiz ne yazık ki çok azalmıştır. Ve az sayıda kalan çeşmelerimizin birçoğu adeta kara yazgısına terk edilmiştir

‘ÇEŞME’ NİN KELİME KÖKENİ

‘Çeşme’, su kaynağı anlamında Türkçedeki göz kelimesinin Farsça karşılığı olan çeşm sözünden alınmıştır.

Bulundukları yere göre mahalle çeşmesi, şadırvan çeşmesi, oda çeşmesi, çoban çeşmesi gibi isimler alırlar.

ÇEŞME YAPISI:

Suyun çeşmelere kadar gelebilmesi için bentler, ızgaralar, havuzlar, su terazileri, künkler ve kemerler yapılmıştır.

Dış mekandaki çeşmeler çeşitlidir. Tek olarak tasarlanmış ya da sebil, türbe, namazgâh, hazire, sibyan mektebi, camiye giriş kapısıyla birlikte tasarlanmış olabilirler.

Çeşme mimarisinin basit bir strüktürü vardır. Mahalle çeşmelerinin arkasında kâgir bir su deposu bulunmaktadır. Ancak çeşmelerin mimarlık tarihi açısından önemi cephe tasarımındaki zenginliğidir. Klasik dönem çeşmelerinin yalın bir kuruluşu vardır.




Çeşme Yapısı

Niş: Cephede sivri kemerli bir niş bulunur.

Ayna Taşı: Nişin içinde üzerinde musluk bulunan ayna taşı yer alır. Osmanlılar, suya verdikleri önemi göstermek için çeşme aynalıklarına genellikle Enbiya Suresi'nin 30. ayetini yazarlardı: “Ve her canlı şeyi sudan yarattık.”

Musluk: Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar İstanbul çeşmelerinde musluk yoktu, su kesintisiz olarak çeşmelerden akardı. İlk defa 1560’lı yılların başında, su israfını önlemek ve insan sağlığını korumak amacıyla İstanbul çeşmelerine burma lüle adı verilen musluklar takılmaya başlandı. Lüle suyun çeşmeden son çıkış yeridir. Burma lüle ise musluk karşılığı kullanılmıştır. Musluk mandalında çoğunlukla stilize çiçek motifleri işlenmiştir.

Kurna: Çeşme tasarımı içinde; musluktan akan suyun toplanıp aktığı çukur bir tekne yer alabilir.

Seki: Kurnanın iki yanında bekleme sekileri bulunabilir.

Kitabe: Ayna taşı üzerinde bir kitabe yer alır. Dikdörtgen bir blok oluşturan yazı, dış duvar yüzeyinde, niş üzerindedir. Burada suyun türü ve yaptıranın adı, övgüsünü ve tarihini içeren yazılar bulunur. Çoğu kez suyla ilgili nükteli ifadeler de yer alır. Kitabeli çeşmelerin içinde ünlü hattatların yapıtları dikkat çekmektedir. Çeşmeyi yaptıran kişinin adı çeşme kitabesinde yer alır. Böylece bu kişi hem toplumsal konumunu sağlamlaştırır hem de ölümünden sonra manevi varlığını sürdürür. Çeşme musluğunu açan kişi artık yalnızca gündelik ihtiyacını karşılamakla kalmaz bu hayırsever insanı minnetle anan bir varlığa dönüşür.

Köşelik: Nişin sivri kemeriyle kitabe bölümü arasında kalan alan köşelik olarak değerlendirilmekte ve bu bölüme simetrik olarak iki rozet yerleştirilmektedir.

Çeşme cephesinin simetri ekseni üzerine dizilen bu öğeler çoğu kez bir silmeyle dikdörtgen çerçeve içine alınmıştır.

ÇEŞME ve SEBİL:

Çoğu kez çeşmelerle birlikte tasarlanan su mimarisinin ilginç örneklerinden biri de yol kenarlarından gelip geçen kişilere parasız içme suyu ve bayram, tatil gibi belli günlerde şerbet verilen hayır kurumu sebillerdir. Yerden bel düzeyine değin bir duvar örülüdür. Bunun üzerinde cephe kolonları arasında işlemeli madeni şebekeler yerleştirilmiştir. Madeni şebekelerin duvar seviyesinde küçük boşluklar bırakılmış, buralarda zincirle parmaklığa bağlanan maşrapalardan servis yapılmıştır. Sebillerin içine girilir ve bronz parmaklıklarla ayrılan sokağa buradan servis yapılırdı. Sebil örneklerine Ondördüncü yüzyıldan itibaren rastlanmıştır.





Türk sanatında başlı başına bir varlık teşkil eden çeşmelerin yanında suyun bir "aziz" gibi takdis edildiği devirlerde kurulan su hayratları arasında zarif Türk sebilleri de görülür. Bunlar çeşmelerin daha incelmiş, dantel gibi örülmüş birer su içme tesisleridir. Zamanla Osmanlı Türklerinin mimarî tarzlarındaki değişiklikler yukarda işaret ettiğimiz gibi su yapıları üzerinde de daima görülmüştür. Bilhassa çeşme ve sebillerde bu inkılâplar çok güzel müşahede olunur. Ekseriyetle yuvarlak ve yarım yuvarlak olan ve bazen de köşeli yapılmış olan sebillerin yanında bir de çeşmeleri bulunur ve her çeşmenin üzerinde "Her şeyi sudan yarattık" ayet-i kerimesi bulunur.



Bu bölümde bir çeşmenin bölümlerini incelemek istiyoruz.

Osmanlı çeşmelerinin bazı ortak noktaları var.



Hazne(hazine): Suyun depo edildiği yer.

Çatı: Haznesi olan çeşmelerin üzerini kapatan bölümdür. Buna bir de saçak eklenebilir.
Kitabe: Çeşmenin üzerinde çeşmeyi yaptıran kişinin adının ve çeşmenin yapılış tarihinin yer aldığı bölümdür.
Testi seti: Çeşmeden su alanların testilerini koyup dinlenebilecekleri bölüm.
Kemer: Çeşmenin ön cephesinde yer alan bölüm.
Lüle: Ayna taşı üzerindeki deliğe takılan su borusu
Ayna taşı: Üzerine musluk ya da lüle takmak için amacıyla yapılan bölüm
Yalak: Çeşmede akan suyun toplandığı, çevredeki hayvanların da su içebileceği bir bölüm
Su içme musluğu: İnsanların üzerini ıslatmadan su içebileceği küçük çeşme

hazine ) ; Suyun depo edildiği yer. "Hazine" kelimesinden türemiş ve toplanmış,biriktirilmiş,yedek saklanan anlamlarında olup çeşmeye isale hattı ile gelen suyun musluk kapatılınca biriktirilmesi,depo edilmesi için inşa edilmişlerdir. Kesme taştan, kaba taştan ve tuğladan inşa edilebildiği gibi bu malzemelerin karışık olarak kullanılması ilede inşa edilmişlerdir. Büyük çoğunluğunun üzerinde bir çatı olmakla beraber çatısız hazne örnekleride vardır. Çeşmelerin hazneleri genellikle dört yüzlü olarak inşa edilmiştir, ancak az sayıdada olsa üç yüzlü yada beş altı, sekiz yüzlü olan hazne örnekleri vardır. Çeşmeler büyük çoğunlukla haznenin bir yüzüne inşa edilmişlerdir.Bazı örneklerde ise haznenin birden çok yüzüne çeşme inşa edildiği görülmektedir.
Çatı ; Genellikle hazneli çeşmelerin üzerini kapatmak için yapılmışlardır. Bazı hazneli çeşmeler çatısız yapılabildiği gibi, haznesiz bazı çeşmelerede çatı ve saçak yapılmış olduğu görülmektedir. Çatılar genellikle taş ve tuğla ile örülmüş ve üzerleri sıva ile kaplanmıştır. Bazı çatıların üzeri ise kurşun levhalar ile kaplanmıştır. Çeşmelerin üzerinde üçgen çatı, beşik çatı, düz çatı, piramit çatı ve kubbe çatı gibi değişik tipte çatı modelleri bulunmaktadır.
Saçak ; Çeşmeden su alan insanların gölgelenip serinlemesini sağlamak için hazneli ve haznesiz bir çok çeşmeye saçak yapılmıştır. Hazneli çeşmelerin bazılarına çok geniş saçaklar inşa edilmiş ve yalnızca insanların gölgelenmesi değil, aynı zamanda hazne içindeki suyunda güneşin etkisinden korunması ve daha soğuk kalması sağlanmıştır. Saçakların bir bölümü sade olmakla beraber büyük çoğunluğu kenarları oymalı ve üzerleri işlemeli olarak yapılmışlar ve çeşmelere estetik açıdan apayrı bir güzellik katmışlardır.
Kitabe ; Taş veya mermer levhalar üzerine işlenmiş olan kitabeler genellikle çeşmeyi yaptıran kişiyi öven ve çeşmenin inşa tarihinin kaydedildiği manzum metinler içerirler. Kitabe üzerine harfler kabartma olarak işlenir ve yalnızca yazı içerirler, çok sayıda örnekte bazı motiflerinde işlendiği olmuştur. Bazı çeşmelerin kitabesi yoktur,bazılarında ise yalnızca kur'an danalınmış su ile ilgili ayetler işlenmiştir. Kitabelerde genellik karmaşık yazı teknikleri kullanılmış hatta bir kısmı son derece girift bir yazı tekniği ile yazılmıştır. Kitabelerin yazı dili büyük çoğunluğunda Osmanlıca olmakla beraber az sayıda örnekte Arapça ve Farsça kullanılmıştır. Genellikle çeşmenin kemerinin üst kısmına alınlık denilen bölgeye yerleştirilmiilerdir, bazı çeşmelerde ise kitabe kemerin altına ayna taşının üst kısmına gelecek şekilde yerleştirilmiştir, bazı çeşmelerde ise doğrudan doğruya ayna taşı üzerine işlenmişlerdir. Günümüzde çok sayıdaki çeşmenin kitabesi çalınmış durumdadır.
Alınlık ; Kitabe ve Tuğra gibi parçaların yerleştirildiği kemerin üst kısmı ile kemer dış kavisinin yan kısımları.
Maşrapalık ; İnsanların su içmesi için bir ucu zincirle çeşmeye sabitlenmiş olan maşrapanın konması için yapılmış oyuk. Her çeşmede maşrapalık yoktur, genellikle kemerin altında olmak üzere ve ayna taşının yanlarında yada hemen üst kısmında bulunurlar. Genellikle bir yada iki tane olan maşrapalıklar bazı çeşmelerde üç adet olabilmektedir. Dörtgen,dairevi, kemerli ve mihrap şeklinde olmak üzere değişik şekillerde olabilirler.
Ayna Taşı ; Üzerinde lüle yada musluk takılmak üzere bir yada birkaç delik açılmış olan taş yada mermerden yapılmış olan levha. Bir kısmına kitabede kazınmış olan ayna taşları genellikle süsleme sanatı açısından son derece güzel işlenmiş parçalardır. Kemerin iç kısmında yer alan ayna taşlarının bir kısmı küçük olmakla beraber bazıları kemerin içini tamamen kaplayacak kadar büyük olabilmektedir.
lüle ; Ayna taşının üzerindeki deliğe takılan su borusu.Lüle aynı zamanda Osmanlılarda su debisini ölçmekte kullanılan bir hacim ölçüsüdür ve günlük 52 m3 suya karşılık gelir.
Yalak ; Çeşmeden akan suyun içinde biriktiği ve bu sayede sudan hayvanlarında yararlanmasının sağlandığı yapılardır. Tekneler genellikle zemindeki tekne sedleri arasına konan taş veya mermerden yapılmış levhalar ile oluşturulmuşlardır. Tek parça taş yada mermerden oyularak yapılmış teknelerde vardır. Bazı çeşmelerde tekne, günümüz lavaboları gibi yüksekçe inşa edilmiştir. Bazıları sade olan tekne taşlarının,üzerleri kabartma motiflerle süslenmiş örnekleride vardır. Günümüzde birçok çeşmenin teknesi üst üste yapılan kaldırım ve asfalt'lama çalışmaları sebebiyle zeminin yükselmesi sonucunda yer altında kalarak görünmez hale gelmiştir.
Tekne seddi ; Çeşmenin zeminine, kemer kaide raşlarının hemen önüne inşa edilen sedlerdir.İki seddin arasına yerleştirilen mermer yada taş bir levha ile tekne'nin (Yalak) oluşturulmasına yardımcı olurlar, ayrıca insanların kova yada testilerini koyduğu yada aturup dinlendiği yüksek bir zemin oluştururlar.
çeşmecik ; Çeşmenin kemerinin iki yanına yada hazneli çeşmelerde haznenin köşelerine yüksekçe yerleştirilmiş olan ve bir tekneside bulunan küçük çeşme. İnsanların yere eğilmeden ve üstünü ıslatmadan rahatça su içmeleri için yapılmış olan çeşmecikler aynı zamanda çeşmelere estetik açıdan da büyük bir zerafet katmışlardır.
Dinlenme yeri ; İri hazneli çeşmelerin bir kısmına çeşmenin iki yanında olmak üzere mihrap şeklinde oyuk dinlenme yerleri yapılmış ve çeşmeler yalnızca suyundan yararlanılan yapılar değil aynı zamanda insanların oturup dinlendiği, serinlediği ve çeşme başındaki diğer insanlarla tanışıp sohbet ettiği mekanlar haline getirilmiştir.
Tuğra ; Genellikle doğrudan doğruya Padişahlar tarafından yaptırılan çeşmelerde bulunan, bazen çeşmeyi bir başkasıda yaptırsa devrin Padişahına saygı gereği çeşmelere yerleştirilen ve ekseri olarak bir madalyon üzerine kabartma olarak işlenmiş bulunan Padişah imzası.
Kemer ; Çeşmenin ön cephesinin ana eksenini oluşturan ve ayna taşının iki yanında çıkıntı olarak yer alan ve iki duvarın üstünün örtülmesine yardımcı olan mimari örtü. Aslında inşaat tekniği açısından çeşmelere kemer yapılması zorunlu değildir ve çeşmelerin ön cephesi tamamen düz duvar olarakta yapılabilir. Kemer yapılmasındaki asıl amaç mimari estetik kaygılar ve hazneli çeşmelerin çok uzak mesafelerdende tanınmasını sağlamak ve başka yapılardan ayırt edil mesini kolaylaştırmak içindir. Bir kemerin elemanları genellikle kesme taştan olmakla beraber mermer ve tuğladan da olabilmektedir.Tek parça taş yada mermer levha oyularak kemer görüntüsü verilmiş çeşme örnekleride vardır. Kemerler genellikle sade olmakla beraber bazı çeşmelerde kemerler üzerinede kabartma olarak süslemeler yapılmıştır. Osmanlı çeşmelerinde basık kemer, kalkık kemer,yarım daire kemer, armut kemer ve sivri kemer gibi değişik tiplerde kemerler kullanılmıştır.

SELSEBİL
Kademe kademe küçük yalaklardan oluşan ve birinden diğerine dökülen suların aşağıdaki havuz veya kurnaya toplandığı dekoratif amaçlı yapılar, selsebil olarak adlandırılmıştır.
Avlu, park ve bahçelere süsleme unsuru olarak yapılır. Selsebiller bu özellikleri ile göze hitap ederler. Selsebiller, üzerlerinde yer alan çanakçıklardan lüleler kanalı ile suyun yukarıdan dökülürken çıkarttığı şırıltılar, kulaklara adeta bir müzik zevki verir ve dinlendirirler. Selsebillerin yapılma nedenlerinden birisi de küçük kuşların yıkanıp su içmeleridir

Suyunuz kesilirse size kim bir su getirebilir?"
Mülk suresi böyle sorar. Suyun kıymetini ise ona zor ulaşanlar daha iyi bilir.Doğrusu böyle bir medeniyet geçmişimiz olduğu içindir bakkaldan şişe ile su almaya alıştıramadık kendimizi.Bir damla su içiyoruz ve ardından çöp bırakıyoruz.Testiler de kırgın bize. Buz gibi su tuttuklarını unuttuk ve vefasızlık yaptık belli ki.


Muzaffer ve Behçet Alper tarafından Osmanlı İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş olan İstanbul'daki TARİHİ SU TESİSLERİ VE ÇEŞMELERİ belgeseli çalışması yapılmış. 1991 - 1998 yılları arasında 7 yılda gerçekleştirilen "İstanbul'un Tarihi Çeşmeleri " konulu belgesel çalışması şurada sergilenmiş.
Şurada da tarihi çeşmelerle ilgili bir slayt çalışması mevcut.
Su vakfının İstanbuldaki tarihi çeşmeler ile ilgili çalışması da görülmeye değer.

ABDESTİN İZİ

O izlerden tanınırız

Bir iz vardır bizi bize tanıtan

Bizi kendimize tanıtan

Su damlalarıdır o saçlarımızda, toprak taneleridir alınlarımızda.

Dizlerimiz bükülmeyi bilir, alınlarımız yere değmeyi.

Suya kanmıştır ellerimiz.

. . .

Allah Rasulü s.a.v. arkadaşlarıyla birlikte olduğu günlerden birinde bir özlemini dile getirdi:

– Kardeşlerimi görmeyi ne kadar da çok arzulardım.

Arkadaşları sordular:

– Bizler senin kardeşlerin değil miyiz ey Allah’ın Rasulü?

Allah Rasulü s.a.v. buyurdular:

– Sizler benim arkadaşlarımsınız. Kardeşlerim ise henüz dünyaya gelmedi. Onlar beni görmeden severler, bana beni görmeden inanırlar.

Arkadaşları tekrar sordular:

– Peki, henüz dünyaya gelmemiş o kişileri nasıl tanıyacaksınız?

Allah Rasulü s.a.v. şöyle dedi:

– Düşünün ki bir adamın ayakları ve yüzü beyaz olan bir atı var. O kimse bu atını hepsi simsiyah olan bir at sürüsü içinde tanıyıp bulamaz mı?

– Elbette bulur ey Allah’ın Rasulü, dediler. Allah Rasulü s.a.v. buyurdular:

– İşte o kimseler de mahşer yerine abdest azaları bembeyaz olduğu halde gelecekler. Ben onlar geldiğinde Kevser suyundan ikram etmek için önceden havuzumun başına gideceğim ve onları bekleyeceğim.

ELVİDA ÜNLÜ

MAVİ DAMLANIN HİKAYESİ

İnsan onda kendine bakmış, yüzünü görmüş. Yalnız insan mı, medeniyetler de yüzüne bakmak ve kendini görmek için suyu seçmiş. Ve su, o kadar berrakmış ki, bakana ayna oluvermiş.

Hayat bu, su gibi akıp geçermiş. Ama yine de suya “hayat” denmiş.

İnsanoğlu tarih boyunca nerede bir su görse, kenarına ilişip bir canlı hayat, bir yerleşim ve bir uygarlık kuruvermiş.
Yusuf Has Hacib “Ev almak istersen komşunu sor, yer almak istersen suyunu sor.” demiş. İnsan bunu sular seller gibi ezberlemiş. Öyle ki bütün göçenler, yer yurt arayanlar, nerede bir pınar başı, bir göl ya da nehir kenarı bulmuşlarsa önce orayı yurt edinmiş, ekmeği taştan çıkartmak için, önce suyu görmek istemiş. Su insanı, hayvanı, otu, sebzeyi, meyveyi, atmosferi ve dünyayı beslemiş. Temel unsurlardan (anasır-ı erbaa) biri oluvermiş.

Çakıl taşlarının arasından, sert ve kuru toprağın çatlağından, yerin altından âb-ı leziz fışkırmış. Âb-ı lezizi bulanın nân-ı aziz araması da su götürmez gerçekmiş.

Su başaklara boy vermiş. Ama buğdayın nân olabilmesi için, taşıma suyla dönmeyen su değirmenlerinin yapılması gerekmiş. Sonra, su az gelirse değirmenin taşı da yavaş yavaş döner ve un kalitesiz oluverirmiş. O undan da belki aş olur ama nân-ı leziz olmazmış. Taşı sıksa suyunu çıkaran insan arklar yapmış, değirmene oluk oluk sular akmış.
İnsan onda kendine bakmış, yüzünü görmüş. Dile ilham gelmiş, su üstüne düşen desenlerin sanatına “su yüzü” anlamına gelen “ebru” denmiş. Her insan bir ebru kabul edilmiş, her desen (suret) suya sadece bir kere düşüvermiş.

Yalnız insan mı, medeniyetler de yüzüne bakmak ve kendini görmek için suyu seçmiş. Ve su o kadar berrakmış ki, bakana ayna oluvermiş. Su, güzelliğin tarif edilemez haliymiş ve insan “su gibi güzel”e benzetilmiş.

Su küçüğün, havadan sudan konuşmak büyüğün hakkıymış. Hava ve suya sevdalanan insan aylarca toprağa basmadan deryaları dolaşmış. Su da büyüklük edip, köpük köpük denizlerde koca gemileri taşımış.

Su hürmet, asalet, temizlik, bolluk ve bereket toplamış içine ve “medeniyet” oluvermiş.

Çeşmelerden Akan Medeniyet

“Temizlik imandandır” hükmüne inanan ve temizliği hayatın temeline yerleştiren müslüman toplumlar, temizliğin ilk ve en önemli şartının su olduğundan hareketle, su ile insana hayat hakkı verene, her şeyi sudan yaratana şükrettiler ve suya kutsal anlamlar yüklediler. Musa’yı kollarında uyutan Nil’i sevdiler. İbrahim’i ateşte serinleten, Yusuf’u saklayan, Hacer’i ve İsmail’i doyurana “aziz” dediler ve “su gibi aziz ol” diye dua ettiler.

Tarihte suya bir medeniyet izafe eden Osmanlı’da, suyun hem kıymetini hem de bu kıymetin mücessem hale geldiği unsurları alabildiğince görüyoruz. Bir su medeniyeti inşa etmek için evvela suyu çok iyi tanıyan Osmanlı, içerisinde mistik bir arıtma ve temizleme gücü bulunduğuna işaret etmiş, bunu çeşmeler, sebiller, selsebiller, suluklar, şadırvanlar, sarnıçlar, hamamlar ve köprüler ile yaşayan ve hür olan bir şekle büründürmüş.

‘Su, sudur!’

Bir bilim adamına, “Bize suyu tanımla!” dediklerinde birkaç gün mühlet istemiş. Kitaplar karıştırmış, araştırmalar okumuş, geceler boyunca bin bir türlü tanım yapmış ve bir sabah, küçük bir deri parçasının üzerine şu cümleyi yazdıktan sonra kimseciklere görünmeden o şehri terk edip gitmiş: “Su, sudur kardeşim!”

Su, sudur evet. İnsan kadar izahtan uzaktır. Yaratılışın sırrını taşıması münasebetiyle, tanımda ahengi bozulandır. Sesi, kokusu, tadı bir de deyişi olan ve eline su dökülmeyendir. Yağmur da, buhar da olandır. Balıklara üç öğün yemek hazırlayandır. Pişmiş aşa katılandır. Gerektiğinde ibret olsun diye havanda dövülen, sabra götürsün diye kalburla taşınan, gönlü olmayınca bin dereden getirilendir. Kız çocuklarına ilk öğretilen “su taşı” dır. Sandıklar süsleyen “su oyası” dır.

Allah’ın ilk yarattıklarından ve serbest bıraktıklarındandır. O’nun Cemal ve Celal sıfatlarını temsil eden, Hayy (diri) ismine işarette bulunandır.

Suyunuzu Nasıl Alırdınız?

Türklerin su konusunda rütbe sahibi oluşu, su ile olan sıkı münasebetleri, Sir Henry Wood’a; “Bir Türk yudumladığı suyun hangi pınar ve kaynaktan çıktığını hemen bilir.” dedirtmiş.

O yüzden suyu erbabına sormalı. Taşdelen mi, Karakulak mı, Hamidiye mi, bir yudumda anlar. Tabii erbabın etrafında saman altından su yürütenler yoksa.

Su katılmamış Taşdelen’cilerden bir paşa, sürgüne gönderilir. Oraların suyunu içemez ve tutturur ille de Taşdelen Suyu... Vilayetin önde gelenleri seferber olur, en güzel sular ikram edilir ama yok, Paşa Taşdelen’den başkasına yüz vermez. Paşa’ya ders verip biraz da intikam almak için İstanbul’dan Taşdelen Suyu getirilir ama Paşa’ya ikram edilirken, “Kaçgar Suyu’dur” denir. Paşa bir yudum alır, mest olur ve “Demek ki Taşdelen’in bir kolu da Kaçgarlara uzanıyor..” der.

Namık Kemal ve arkadaşları Jön Türkler, Londra’ya giderken yanlarında İstanbul’dan Karakulak Suyu götürmüşler. Süheyl Ünver, İstanbul’dan hacca giden su meraklılarının yanlarında İstanbul suyu götürdüklerini, hacdan dönerken de eğer su artarsa, kıyamayıp geri getirdiklerini yazar.

Koskoca Yahya Kemal ve içtikleri su ayrı gitmeyen arkadaşları da, bazı akşamlar toplanır, farklı yerlerden aldıkları sularla yarışmalar yapar, “bil bakalım bu nerenin suyu” diye sabaha kadar su içerlermiş.

Tanpınar ‘Beş Şehir’de, gurbetteki bir kadının ateşli humma nöbetleri geçirirken “Hünkâr, Şifa, Çırçır, Sırmakeş” diye günlerce sayıkladığını ve kendisine İstanbul Suyu götürülünce şifa bulduğunu yazar.

Şair, “Hamravat suyu dondu. Dicle’de dört parmak buz. Ama seni baharmışın gibi düşünüyorum.” dizeleriyle, “siz asıl Anadolu’nun sularına bakın” mı demek istemiştir? Öyle ya, Hamravat, Bursa Suları, Çene Suyu ve daha nice âb-ı lezizin az mı hikâyesi vardır.

Evliya Çelebi yine mi abartmıştır bilinmez ama şöyle nakleder: “Eski bilginler Hamravat Suyunun içine pamuk koyup tarttılar. İstanbul’da Eski Saray Kapısı önündeki biricik çeşme suyu ile de başka pamukları ıslattılar. Hamravat Suyu ile ıslatılan pamuklar hafif geldi. İşte böyle hafiftir Hamravat suyu. Pamuk ağır olsaydı, suyun acı ve faydasızlığına delalet ederdi.”

Su Edebi, Su Edebiyatı

İstanbul’da 1925’te 1553 çeşmeden su akıyordu. Bugün suyu akan çeşme sayısı 800. Sadece bu sayılar bile, klasik ve modern edebiyatın neden bu kadar “su”lu olduğu hakkında fikir verir. Divan Edebiyatı’nda meşhur “âb-name”ler vardır. Her ezberde en az biri saklanan şiirler, türküler, şarkılar… “Su duadır, yakarış, ayna, berraklık, saffet / Onun madeni gökte altınlar gibi sarfet!”

Yaşar Kemal’in kitabına “Karıncanın Su İçtiği” ismini vermesinin; Karadenizli balıkçıların, “deniz o kadar durgundu ki, balıklar bile su içiyordu” deyişine bir gönderme olup olmadığını ise hâlâ merak etmekteyim.

Biz, hayatın sudan yaratıldığını öğrendik, suya “aziz” dedik. Yüzyıllarca onunla birlikte yaşadık ama kirletmedik, haram bildik israf etmedik, üzerinde mülkiyet iddia etmedik, onu metazori ele geçirmedik, üç kuruş için önünü kesmedik.

Su ile hayat arasındaki ilâhi dengeyi, “suyun bir zerresi ile deryası karşısında, aynı derecede edepli olmak” diye öğrendik. Nehir kenarında abdest alırken dalgınlıkla kolunu dört kere yıkayan dervişi, “Bir şeyin çok ve bol oluşu, senin onu çok ve bol kullanmanı gerektirmez!” diye ikaz eden arkadaşına kulak verdik.

“Ama köprünün altından çok sular geçmiş” diyen sulanmış zihniyete, bu edebi anlatmak için bin dereden su getirmek bile iktifa etmez.

‘Sular Yandı, Sular Sarardı’

Nehirler kuruyor. Kaynaklar azalıyor. Bütün küresel dertler en çok da suyun önüne gem vuruyor. Çocuklar artık su savaşını, bahçeler ve hortumlar bulunamadığından pahalı oyuncak su tabancalarıyla yapıyor. Çocukların pahalı silahlarla yaptığı su savaşları, korkarım bir bardak suda fırtına koparmaya ayarlı büyüklere kötü örnek olacak. Ve çocuklar, büyüyünce tarih kitaplarında ülkeler arası su savaşları okuyacak.

“Sudan ucuz” artık sadece deyim mesabesinde. Markasına dikkat edilerek alınması salık verilen ruhsatlı damacanalar, güvenli kapaklı, tescilli amblemli ama her eve giremeyecek kadar külfetli.

Radyoda bir türkü çalıyor, “Su gelir güldür güldür, gel de yar beni güldür.” Yar belki güldürmeye namzet de, güldür güldür su gelse gelse musluktan gelmekte. O da ha kesildi ha kesilecek, can çekişmekte. Üstelik Haşim söylemiş, “Sular yandı, sular sarardı.” demiş. Şimdi yar kara kara düşünmekte, ak ellerin soğuk suya nasıl batırır…

Ecdadın su zevkini, suya verdiği kıymeti, miras olarak devam ettirenler var mıdır hâlâ bilmem ama uzaklarda bir yerlerde Fuzuli “Su Kasidesi”ni, buralarda birileri de en azından su üstüne yazılar yazıyorsa şükür ki, hâlâ içimize su serpen bir “âb-ı leziz” var.

Yağan ve fışkıran..

semerkand dergisinden

ABDEST NURDUR

Abdest nurdur

Efendimiz s.a.v. buyurdular:

“Şüphesiz benim ümmetim, kıyamet gününde abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağırılacaklardır. Yüzünün nurunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın (abdest azalarını daha etraflıca yıkasın).

Ve dediler ki;

“Müminin nuru ve beyazlığı, abdest suyunun ulaştığı yere kadar varır.”

Hepimiz biliriz bir gün de şöyle demiştir:

“Abdest üzerine abdest almak nur üzerine nurdur.”

ELVİDA ÜNLÜ

YAĞMURDAKİ ÖLÇÜ


O, gökten ölçüye bağlı olarak su indirmiştir. Onunla ölü bir bölgeyi canlandırdık. İşte siz de böyle çıkarılırsınız. 43 Zuhruf Suresi 11

Yağmur, Allah’ın insanlara en büyük hediyelerinden biridir. Allah yukarıdaki ayette yağmurun bir matematiği olduğunu, yağmurun rastgele değil, belli ölçülere bağlı olarak yağdığını anlatmaktadır. Yeryüzümüzde su; sıvı, gaz, katı halleri arasında mükemmel bir çevrim ile halden hale girmektedir. Bu çevrim sırasında su, çok harika bir şekilde enerji dengeleyici olarak iş gördüğü gibi tüm canlıların temel ihtiyacını da karşılamaktadır.

Beş yüz yıl önce yağmurla ilgilenen bir bilim adamına, “yağmurda ölçü var mı, yağmurun sayılarla ifade edilecek bir yönü var mı?” diye sorsaydınız hiçbir cevap alamazdınız. O dönemin insanları, Dünya’nın her yanında oluşan meteorolojik olaylardan haberdar olmadıkları için yeryüzüne düşen yağmur miktarı hakkında bir şey söylemeleri mümkün değildi. Oysa Kuran, 1400 yıl önceden yağmurun ölçüye bağlandığını haber vermektedir. Son yüzyılda yapılan araştırmalarla yağmurun nasıl yağdığı, Dünya’daki suyun çevrim özellikleri iyice anlaşıldı. Keşfedilen gerçeklerden biri de Dünya’ya her sene aynı miktarda suyun yağmur olarak yağdığıdır. Bu değer saniyede 1617 milyon ton arasındadır. Böylelikle Dünya’da senede 500 milyar tonun üzerinde yağmur yağmakta ve bir o kadar su da göğe doğru buharlaşmaktadır. Bu değerler her yıl sabittir. Yeryüzündeki ekolojik dengenin sağlanmasında bu değerin sabitliğinin rolü büyüktür. Günümüzden bir kaç yüzyıl önceki bir bilim adamı bile kendi yaşadığı bölgeye düşen yağmur miktarı her yıl değiştiği için, yağmurun bir ölçüye bağlı olduğunu bilemezdi. Büyük bir olasılıkla herhangi bir sayıyla yağmurun yağışı arasında hiçbir bağlantı olamayacağını söylerdi.

SUYUN ÇEVRİMİNDEKİ HESAPLAR

Yağmurun yağışında ve suyun çevriminde birçok karışık hesap iç içedir. örneğin araştırmacılar hergün suyu ısıtan Güneş’e rağmen, tropik ozon tabakasının üst kısmındaki sıcaklığın neden hiçbir zaman 28 derecenin üstüne çıkmadığını merak ettiler. Sonunda şu ince ayarlama keşfedildi: Yalnızca su buharıyla soğuma olayı değil, bulutların gölgesi de özellikle sıcak bölgelerde ozon tabakasının iyice ısınmasını önlüyor… Bulut kümelerinin gölgesinde sıcaklık birden düşüyor. Bu yüzden yeryüzünün ısınmasını engelleyen doğal bir kalkan görevi görüyor. Su buharı aynı zamanda sera etkisi yapan bir gaz… Karbondioksit, metan ve diğer gazlarla birlikte Atmosfer’de gözle görülemeyen bir yalıtım katmanı oluşturuyor. Bu katman, normal şartlarda yerküreye düşen enerji ışınlarının tümünün, çok soğuk olan Uzay’da kaybolmasını önlüyor. Su buharı “doğal sera etkisinin” %60′ını, böylece yerkürenin göreceli olarak sıcak olan temel iklimini oluşturuyor. Tüm bu hesaplar yaşamın devamı için o kadar ince ayarlarla planlanmıştır ki komşu Venüs gezegeninin etrafında dönen sera bulutlarını incelersek bunu anlayabiliriz. Kalıcı yoğun bulutlar Venüs’ü öyle sarmıştır ki Güneş ışığının ancak yarısı gezegene ulaşabilir. %97′lik karbondioksit oranıyla burada süpersera etkisi olmakta ve sıcaklık 500 dereceyi bulmaktadır. Bu sıcaklık insanların yaşayabileceği sıcaklık aralığının çok üzerindedir. Dünya’mızda suyun çevrimi; sıvı, bulut, su buharı gibi oluşumlarıyla o kadar ince ölçümlerle gerçekleştirilmektedir ki gezegenimiz ancak bu sayede yaşanabilir bir alan olmaktadır.

Bulut, su buharı şeklinde doğan, fakat hemen çok küçük su zerrelerine dönüşen fiziki bir yapıdır. Bu yüzden suyun genel özelliklerinden farklı olarak bulutlar -30 derecede bile donup düşmezler. Kuran’da dikkat çekildiği gibi gökyüzünde dağlar gibi bulutlar vardır, ama şiddetli soğuklar bile bunların buzdağına dönüşüp insanların üzerine düşmelerine sebep olmamaktadır. Bulutların ve yağmurun oluşumundaki ince düzenleme olmasaydı, suyu Yaratan suyun kimyasal özelliklerindeki ölçüleri gereği gibi ayarlamasaydı, hiç şüphesiz bu sistemin işlemesi mümkün olmazdı.

Balkondan aşağı bir kaç kiloluk bir cismi bile attığımızda nasıl düştüğünü görmekteyiz. Su dolu bir leğeni alıp balkondan aşağı boşaltsak toplu bir halde ve hızlı bir şekilde suyun nasıl zemine çarptığını görürüz. Oysa Allah, dağlar gibi bulutlardan tonlarca suyun yeryüzüne yağışını o kadar mükemmel şekilde programlamıştır ki; tane tane yağan yağmur bela değil, rahmet olmaktadır. Kaldırma kuvvetinin dengelemesi ile yağmur yumuşak bir iniş yapmaktadır. Bu, Allah’ın fizik kurallarıyla yarattığı harika bir sanatıdır. Düşmenin ve hızın bu şekilde dengelenmesi fiziksel formüllerle de tarif edilebilir. Bu tarif edilebilirlik, bu hesaplanmışlık, hep Allah’ın yağmuru ölçülere bağlı yaratması ile olmuştur.

YAĞMUR HAYATTIR

İncelediğimiz ayetin devamında Allah, yağmurun ölü bir bölgeyi canlandırmasından bahsetmektedir. Bilindiği gibi yağmurun yağışı sayesinde kuru topraklar ekin vermekte, bitkiler var olabilmektedir. Canlılığın temel maddesi DNA’dır. Canlılığın sürekliliğini sağlayan, DNA’daki glisant hidrojen denen hidrojen köprüsüdür ki sık sık değişerek yeni bağlar kurar ve canlılığı aktarır. İşte bu hidrojen, yalnız suyun iyonlara ayrılışı sırasında ortaya çıkan hidrojenle değiştirilmektedir. Susuz kalmış bir canlı, DNA’sını ve genetik şifresini kalıp halinde korusa bile, donmuş bir iskelet gibidir. Ne üreyebilir, ne de kımıldayabilir. Su gelip, ayrılan iyonlarından hidrojeni verdi mi canlı şifre harekete geçebilir. Bu özellikler mikrop gibi canlılarda görülür. Daha gelişmiş canlılar doku düzeyleri susuzluktan bozulduğunda, yeni su gelse de canlılıklarını bir daha kazanamazlar. Yağmur her şekilde bitkilerin ve bakterilerin canlanma kaynağı olmaktadır.

Tüm bunlardan sonra dikkatlerimizi ayetin üçüncü cümlesindeki “İşte siz de böyle çıkarılırsınız” ifadesine çevirelim. Tüm bu incelemelerimizle beraber ayetin bizim zihnimizde çağrıştırdıkları şöyledir: Allah çok ince hesaplarla, belirlenmiş bir ölçüyle yağmur yağdırmaktadır. Bu yağmur sayesinde ölmek üzere olan bitkiler, bakteriler canlanmakta, hayat bulmaktadır. Herşeyin ölçüsünü, hesabını bu kadar iyi bilen Allah için ölen insanın yeniden yaratılması çok kolaydır. ölçülerle belirlediği yağmurla, bitki ve bakterileri canlandıracak sistemi yaratan Allah, kendi katındaki ölçü ve bilgilere bağlı olarak insanı da yeniden yaratacaktır. Yağmurun yağışı sonucunda kuru, ölü topraktan bitkilerin fışkırması gözümüzün gördüğü bir süreçtir. Bu gördüklerimiz, Yaratıcımız için ölüyü diriltmenin, yarattığını bir daha yaratmanın, ölçüsünü, hesabını, formülünü bildiğini yeniden tekrar etmenin ne kadar kolay olduğunun delilleridir.

Kaynak: www.mucizeler.com

ABDEST MÜJDEDİR

Abdest müjdedir

Ellerim değerken suya ve tertemiz çıkarken ellerim, ruhumdan akanlar nedir?

Neler nelerden aklanırım şimdi?

Efendimiz s.a.v. buyurdular:

“Mümin bir kul abdest aldığında, yüzünü yıkayınca gözüyle bakarak işlediği bütün günahlar su damlalarıyla yüzünden dökülür. Ellerini yıkayınca elleriyle işlediği hatalar ellerinden dökülür. Ayaklarını yıkayınca da ayaklarıyla giderek işlediği bütün günahları suyla dökülür. Öyle ki abdest tamamlanınca günahlarından arınmış olarak tertemiz çıkar.”

Ve yine buyurdular:

“Kim güzelce abdest alıp iki rekât namaz kılarsa ve her ikisinde de içinde dünya ile ilgili bir endişe taşımazsa, anasından doğduğu gün gibi günahlarından sıyrılır.”

. . .

Duyduğum kötü sözlerden, tuttuğum kötü işlerden,

Söylediğim kötü sözlerden,

Ve gittiğim kötü yerlerden bulaşan bana ne varsa..

Suyla akar gider.

Müjden budur ve müjden ümidimdir.


Yine buyurdular ki:

“Kim güzelce abdest aldıktan sonra gözünü göğe kaldırarak ‘Eşhedü enlâ ilâhe illallahu vahdehu la şerike leh. Ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasulüh.” derse önüne sekiz cennet kapısı açılır ve kendisine ‘dilediğinden gir’ denilir.”

Cennet müjdesidir.

Ve ümidimiz odur ki Kevser havuzundan gelir damlalar.

ELVİDA ÜNLÜ

BİR YAĞMUR DAMLASININ HİKAYESİ

Gökyüzünden bir damla yağmur düşmesi için önce yoğunlaşma dediğimiz hadisenin gerçekleşmesi gerekir. Ve gökyüzünde küçücük, gözle görülmeyecek kadar küçücük katı parçacıklar olmazsa, su buharı yoğunlaşamaz… Yoğunlaşma demek, hava içindeki su buharının su damlacıkları haline geçmesi demektir. Bu katı parçacıklara ‘yoğunlaşma çekirdekleri’ adı verilir. İşte, hava içindeki su buharı, ancak bu çekirdeklerin üzerinde yoğunlaşabiliyorlar. Yoğunlaşma çekirdekleri olmazsa su buharı yoğunlaşamıyor, dolayısıyla ’su’ haline, yani ‘bulut damlası’ haline geçemiyor.

Peki bu ‘yoğunlaşma çekirdekleri’ nasıl şeyler?

Onlar katı, küçücük parçacıklar, toz ve tuz partikülleri, rüzgârlarla çöllerden savrulan minnacık kum tanecikleri, yanardağlardan fışkıran ve üst seviyelere kadar yükselen küçük volkanik tozlar, meteor (göktaşları) sağanakları sırasında atmosfere giren dev kütlelerin ufalarak incecik hale gelen parçaları ve nihayet tuzlu okyanuslardan havaya karışan ve sonra rüzgârlarla atmosferin yüksek tabakalarına kadar taşınan tuz tanecikleridir.

İşte bütün bu parçacıklara yoğunlaşma çekirdekleri ismi veriliyor.

Denizcilerin belki en fazla korktukları şey, fırtınaya yakalanmaktır. Korkunç dalgalar, köpüren, savrulan, çalkalanan, birbiri üzerine binen yüksek dalgalar… Dalgalanmaya sebep olan nedir?: Fırtına. Fırtına olmazsa, denizler çarşaf gibi olacak, ama, bu defa, fırtınalı, dalgalı denizdeki su yüzeyinden de küçücük tuz tanecikleri havaya karışmayacak… Böylece yoğunlaşma çekirdekleri meydana gelmeyecek ve yağış görülmeyecek.

Yağışın gerçekleşmesi için sadece denizlerden veya okyanuslardan havaya karışan tuz parçacıkları yeterli değildir… Şunu hemen hatırlatmak gerekir ki gök’ten dünyamıza, her saniyede ortalama 17 milyon ton su düşmektedir. Her saniyede 17 milyon ton yağmur suyunun yere düşmesi için, ondan daha fazla miktarda yoğunlaşma çekirdeklerine ihtiyaç olacağı şüphesizdir. O halde başka kaynaklar lâzımdır.

Bir bulutun içinde milyarlarca ‘bulut damlası’ denilen damlacıklar vardır. Bunların çapları çok küçük olup 0.01- mm. kadardır. Yani bir milimetrenin yüzde biri kadar büyüklükte… Halbuki, bu kadar küçük bir bulut damlası yere düşemeyecek kadar hafiftir. Bunun biraz daha derlenip toplanması, ağırlık ve hacim kazanması gereklidir.

Bulut damlasının olgun bir yağmur damlası haline geçmesi için, çapını birkaç milimetreye kadar çıkartması lâzımdır. Dikkat edin çıkartması lâzım diyoruz. Bu basit bir iş değil. Akıl ve ilim sahibi insanların bile değil yapmaktan, anlamaktan dahi âciz oldukları şu yüce sırrı, kendi başına o damlacığın elbette bilmesi ve yapması imkânsızdır.

Peki ama nasıl başaracak bu ince işleri o damlacık.

İşte bundan sonra, formüller, denklemler, hesaplar işin içine giriyor. Birçok gelişmiş ülke üniversitelerinin laboratuvarlarında bu konuda tezler tartışılıyor, makaleler, konferanslar ve seminerlerde bu konu işleniyor. Şu anda mevcut olan başlıca iki teori var.

Çarpışma ve birleşme teorisi dediğimiz birinci teori, bulut damlacıklarının birbirleriyle çarpışarak kartopu misâlinde olduğu gibi, zamanla büyüdüğünü ileri sürüyor. Bu büyüme sonucunda, bulut damlası, artık havada kalamayacak kadar irileşiyor ve düşmeye başlıyor.

Diğer teori ise, bulut içi sıcaklığının 0 °C’ın altında olduğu zamanlarda meydana gelen büyümeyi ele alıyor. Bu teoriye kısaca Bergeron Teorisi ismi veriliyor. Su buharı basıncının su ve buz üzerinde farklı değerler göstermesine dayandırılan bu teori, buz kristal çekirdeklerinin mevcut olma şartlarına bağlı kalıyor. Çok karmaşık işlemleri ve formülleri ihtiva eden bu teorilerin tamamını zaten çok az sayıdaki ilim adamları anlayabiliyor. Ancak bu formülleri anlayanlar, ne kadar az olursa olsun, her yağmur damlacığının bu işi mükemmel bir şekilde başardığı ve o karmaşık formülleri hiç şaşırmadan tatbik ettiği görülüyor. Ve bu özellikleri ile meydana gelen her damla, sonsuz bir ilmin pırıltılarını taşıyor.

Evet, nihayet damlacıklar meydana geldi. Ancak o minicik bir yağmur damlası 3000 metre yukarıdan, gittikçe artan bir hızla yere inseydi, dokunduğu şeyi âdeta bir mermi gibi delecek ve böyle bir durumda, her ‘rahmet’ten sonra, bir ‘felâket’ meydana gelecekti.

Ama hiç de öyle olmaz! Yağmur damlası, yer çekimi kanununu koyan O yüce kudretin emriyle, o kanunun hükümlerinden muaf tutulmakta ve gittikçe artan bir hızla değil de, sabit ve değişmez bir hızla yere süzülerek yağmura rahmet denmesinin sırrını ve onu yağdıran Rabbimizin merhametini apaçık bir şekilde ilân etmektedir.

Yüce Yaradanın buyruğu ve iradesi öyledir ki, yağmur damlaları; yavaş yavaş, incitmeden, yıpratmadan yeryüzüne düşsün. Toprak, onunla dirilsin, çiçekler onunla açsın, başaklar onunla yeşersin, fidanlar onunla büyüsün. Kuşlar topraktan onun sayesinde yemlerini çıkartıp, sevinç çığlıklarıyla yavrularına götürebilsin… Açılan goncalarda kelebekler uçuşsun. Binbir çeşit kır çiçekleri, bembeyaz papatyalar, al renkli lâleler açılsın… Her taraf İlâhi rahmetle dolup taşsın…

Bir gün yağmur yağarken, başınızı gökyüzüne doğru çevirip bir bakın, yüzünüze düşen o minicik damlaların üzerinde, okyanuslardaki serin dalgaların, çöllerdeki kum fırtınalarının, yanardağlardan püsküren volkanik tozların izlerine rastlayacaksınız.

O damlayı biraz daha dikkatle incelerseniz, bu izlerin gerçek SAHİBİNİ de mutlaka görecek ve O’nun sonsuz merhametine, yağmur damlaları adedince şükredeceksiniz.

Yazan: Taşkın Tuna/Kaynak: www.zaferdergisi.com

ABDEST ZİKİRDİR

Abdest zikirdir

Efendimiz s.a.v. buyurdular:

“Abdest alırken Allah’ın adını anan kimsenin Allah bütün vücudunu temizler. Fakat Allah’ın adını zikretmeden abdest alan kimsenin sadece su dokunan azaları temizlenir.”

Ellerimin zikridir.

Ayaklarımın, dilimin.

Saçımdaki her bir telin.

Her an yenilenir su.

Tazelenir, dirilir.

Ve ben suya uzattığımda ellerimi, suyun zikrine katılırım her bir zerremle.

Her bir zerremle dirilirim yeniden.

Uyanırım son uyanıştan önce.

ELVİDA ÜNLÜ

SU - Senai Demirci


SU

Uzaklarda ya da yakınlarda.

Denizin karayla buluştuğu dalgaların kumsala dokunduğu yerde mırıltılı bir konuşmadır sürüp gider.

Deniz dudaklarını dalga dalga uzatır ve dilinden minicik saf damlacıklar dökülür.

Güneş sıcak sıcak dokunur damlacıklara. Dokunmasıyla her biri maviliğini soyunur ağırlığını unutur.

Saf saf bulutlara yükselir.

Yağmur olur sonra. Zerre zerre kucaklar toprağı. Usulcacık damlar biri beyaz zambağın yaprakları arasına.

Bir diğeri lâlenin al dudağına ilişiverir hemencecik. Beraberce seher vaktinin parlak gözyaşları olurlar.

Yıldızları uğurlar gün ışığının elinden tutarlar.

Bir başkası tohumun sert kabuğuna kadar dayanır hayatın kapısını çalar.

Tohumun uyanışına baharın filizlenişine vesile olur.

Kimisi köklere tutunur; ağaç ağaç dal dal yaprak yaprak hayata tırmanır.

Hayatı giyinir tomurcuklarda meyvelerde.

Su hayata koşar.

Her sabah gelir avucumuza doluşur. Bir dost; uzaklardan gelen bir dost gibidir. Yüzümüzü okşar; serin.

Dudaklarımıza dokunur; yumuşak.

Bulutların dağların denizlerin derelerin taşların duru saf berrak pak selâmını getirir bize.

Tenimize diriliş selâmı sunar bizi gün ışığına yolcular.

Hepsi hepsi tatsız-tuzsuz renksiz kokusuz şekilsiz birşeydir su.

Neredeyse maddelerin en basiti. Hatta çoğumuza göre en ucuzu en değersizi.

Öyle ki "sudan ucuz" hiçbir şeyimiz yoktur. Galiba hor görüyoruz hakir görüyoruz suyu.

Ama o hiç oralı değildir... Bizim için çırpınır durur. Bize öylesine yakın; öylesine samimidir ki bizimle...

Bir dere kenarında ya da bir sahilde onun akışını kıpırdanışını seyretmişsinizdir.

Öyle içten kıpırdaşır ki kendinizi bir kaptırmaya görün;

neden sonra anlarsınız duygularınızın da onun kıpırtısına ayak uydurduğunu.

İpi çözülmüş bir sandal gibi farkına bile varmadan akıntıya kapılır gider duygularınız.

Hele dalgaların kayalara vuruşu yok mu? Kayalara değil de ruhunuza çarpar sanki her biri.

Dokunuşu ayrı düşünüşü ayrı salınışı ayrı bir duygu suyun.

Zaman olur dalgalanır içli bir ayrılık türküsü söyler sahiller boyu.

Gözyaşı olur su; duyguların en gizlisine ayna olur annelerin göğsünde;

anneden yavruya şefkatin en lekesizine sevginin en safına elçi olur.

Bir gönüldür su. Her zerresi hayat için çırpınan bir gönül. Öylesine arzuyla çırpınır ki...

Baksanıza kumsallarda sönmemiş çırpınışı. Oradan dalga dalga damarlarınıza kadar uzanmış.

Kanımız canımız olmuş ta kalbimize kadar taşmış denizden.

En ince duygularımıza damlamış. Hücrelerimizin zarlarına kadar gelip durulmuş.

Hücrelerimiz sahil olmuş çırpınışlarına. Duygularımız suya yaslanmış su ile kaynaşmış.

Hayatla ilgili hemen hemen her olay her türlü reaksiyon su içinde olur.

Hayata lâzım bütün elementler suda buluşur suda kaynaşır suda yoğrulur.

Onca cansız madde suya tutunur öylece canlılığa bürünür. Su hayata beşik olur.

Nedense hep söndürücü diye biliriz suyu oysa canlılık ateşi su ile alevlenir.

Başka hiçbir sıvı hiçbir madde su gibi yandırmaz hayatı.

Tatsız renksiz kokusuz şekilsiz demiştik su için. Hayır doğru değil. Onsuz hayatın ne tadı vardır ne tuzu.

Onsuz yapraklar güller rengini kaybeder. Kokuları yayılmaz olur çiçeklerin. Şekilsiz de değildir su.

Aksine herşeye şekil verenin mürekkebidir sanki.

Susuz kaldığı için pörsüyen çiçeklerinizi kuruyan bitkileri boynu bükük kalan dalları bir düşünün.

Çiçekler o göz okşayıcı kıvrımlarını yapraklar o tatlı şekillerini suyla giyinirler.

Dünya güzellerinin yüzünde suyun dağılışı bir bozulsun da o zaman görün siz kimin güzel olduğunu.


Kısaca su denizlerden bulutlara bulutlardan toprağa topraktan denizlere dolanıp durur.

Ama bu arada hayata da uğrar. Hayattan süzülür. Hayatın her çeşidinden imbiklenir.

Tıpkı taşlar üzerinden kayıvermesi gibi hücreler üzerinde dolaşır. Hayatı dalgalandırır zerre zerre.

Canlılar onun kollarında salınır.

Merhametin şefkatin heykeli olsa su gibi olur herhalde.

Su gibi berrak su gibi saf su gibi şeffaf olmalı merhametin heykeli.

Hiç ayırmaksızın herşeye sızan herkesi kucaklayan her bir şeyi okşayan birşey olmalı.

Hiç kimse hissetmese de herkesin içinde dolanan birşey olmalı.

Zaman zaman coşmalı hattâ yağmalı doyasıya.

Şimdi başınızı yukarı çevirin.

Bulutları görüyor olmalısınız. Her biri damla damla rahmeti hecelemek için bekleşiyorlar.

Bekleyelim; rahmet ha yağdı ha yağacak...

SeNai DeMiRCi


10 Ekim 2010 Pazar

Ben Bir Abdest Suyuyum!

Ben, bir abdest suyuyum. Denizler aşar, dünyayı dolaşır, mü'minlerin parmak uçlarına ulaşırım. Irmaklardan akar, testilere dolarım. Su azizdir, velâkin benimle izzeti daha da artar. Hem bedeni, hem de sadrı arındıran bir şifâ olur benimle... "Besmele" arkadaşım, "hamd" ise varlığımın mânâsıdır. Benim nûrum, gözlerin feri olur. Benimle yenilen lokma zikir olur, fikirler aydın olur. Benimle uyuyup uyananların, kıyamet saatinde alınlarında pırıl pırıl bir kandil yanar. Kıymetliyim, pek nâdide bir cevherim. Sizler, kendinize süs olarak ne inciler, ne pırlantalar takarsınız. Gerçekte benim gibi zînet ise, çok az bulunur. Mü'min gönüllerde ihlâsla parıldadığım zaman en değerli cevher yanımda mum gibi sönük kalır. Bir de dünyalık ışıltıların yanında mum gibi kaldığım zamanlar olur. Âh o zaman ney gibi iniltiler çıkarırım. Bu kıymetli cevhere ne olmuş böyle der, benim hâlime acırsınız.
İşte o zaman ben de hâlden anlayan birini buldum deyip anlatmaya başlarım.

"-A yârenler! Bir kıymet bilmezin eline düştüm de hâl-i perişânım bundandır! Yakası paçası sökük, kendini örtmeye çalışan bir zavallıyım. Elbisemi bir tarafından çeksem diğer tarafım açılır. O kıymet bilmez var ya! Benim bu perişan hâlime hiç acımaz. Aynada sûretini süsler durur da gönül elbisesindeki kirlerden, yırtıklardan bîhaber yaşar. Namaz vakti girer, ama bizimkisi televizyonun başında zamanını hebâ eder. Kimi sefer de yemek, çamaşır, bulaşık derken akşam olur. Namazını, beti benzi sararmış beli bükük hâle getirir. Sonra bir an insafa gelir de namaza kalkar. Bu sefer de yorgunluğu bahane edip abdestin sünnetlerini bırakayım, farzlarını yapayım der. E farzların hakkını verse bârî! Musluğu şarıl şarıl açar açmasına da, ne yüzü, ne de kolları bu abdest sularından nasibini alır. Âh! O zaman yüz, el ve ayaklar feryada başlar:

"-Bu gurbet ellerde bizi hayat kaynağımıza kandırmadın. Kurak topraklara döndük, Rabbimiz'in huzuruna mahşer günü bu perişan hâlimizle nasıl çıkarız?!" derler.

Âzâlar içerisinde merâmını en iyi anlatan dil, konuşmaya başlar:

"Âh n'ideyim, şu hâlimi kime söyleyeyim! Yâ Rab! Sen işitir görürsün! Sahibimi hamâkatten, bîvefâ olmaktan kurtar!.. Gıybet yaraları, boş sözlerle iyice derbeder oldum. Yaralarımı tedâvî edecek bir abdest suyuna hasretim. Bu dünyaya ne için geldik, şimdi ne horluğa düştük. Değil mi a nurlu çerağım! Sen dile gel de anlat hâlini!"

Bu talep üzerine, göz, dile gelip konuşmaya başlar:

"-Bir kıymet bilmezin eline düştüm, kadre eremedim. Hak, bana kendi basarından verdi ki, göreyim. Gördüklerimi tefekkür sermâyesi edineyim de şükre ereyim. Her eserin sûretini seyreyleyip en yüce sanatkârı bileyim. Budur benim sürûrum, budur cennetim!.. Ama gelin görün ki, şu kıymet bilmezin çehresinde bir gün gülmedim. O gülerken ben için için ağladım. Ey vicdan sahipleri duyun! Ben de sizler gibi serâpâ abdest sularıyla yıkanıp tertemiz olmak isterim. Kıymet bilmez beni, bütün gün boyunca, şu içi gibi dışı da kara kutuya mahkûm etti. Gördüklerim nûrumu söndürdü. Gaflet üstüne gaflete battım. Işıltılı göğüm kara bulutlarla kaplandı. Çöldeki kum taneleri gibi ben de bir abdest suyuna hasretim. Zâhiri gülerken bâtını ağlayan şu bîçareye medet! Hidâyet rüzgârını estir yâ Rab! Şu basiretsiz sahibimin kalp gözlerini hakikate açıver!"

Hemen sonra, sırayı almak için birbirine "şak şak" diye vuran iki el konuşmaya başlar.

"-Ey iki gözüm! Âleme açılan nûrlu pencerem! Sen yine arada gördüğün güzel manzaralarla Allâh'ın sanatını seyreder, ferahlarsın. Ya ben ne yapayım söyle! On parmaklı bir ustayım. Nice saymakla bitmez hünerlerim var. Şu parmaklarım olmadan kimse bir şeycikler yapamaz. Âlimin kalemini tutup ilmini yazan el benim. Nice sanat eserlerini yapan el yine benim. Allâh'ın en büyük hediyelerinden biriyim. Lâkin takdir edeni olmayan bir gamzedeyim. Kur'ân'ı tutmaya, samimi gönülle varılan secdelere bir de abdest sularına çook hasretim. Bir kadirşinasa düşseydim, ne paha biçilmez bir cevher olurdum!.. Âh, âh! Ben yanmayayım da kimler yansın a dostlar!"

Hemen gerisindeki televizyon, homurtuya benzer sesler çıkarmaya başlar:

"-Bre vefâsızlar! Bre zenginlik kapısında fakirlikten dem vuranlar! Meğer sizde merhamet hiç yokmuş. Ama sahibinizde merhamet çokmuş."

Bu ağır sözlere karşılık âzâlar hemâvâz konuşmaya başlarlar.

"-Bize bak, homurtu kazanı! Hakkı bâtıl, bâtılı hak gibi gösteren sefâlet alkışçısı!.. Senin ne haddine bize söz söylemek! Senden gelecek merhamete karnımız tok, elhamdülillâh!"

"-Kıymet bilen sahibiniz, gece gündüz demeden benim duygulu sahnelerime sel gibi gözyaşı döker. Böyle merhametli kimseleri, takdir edemez sizin gibi vicdan yoksulları... Bu müstesnâ insan, namazını kılar. Abdeste koşa koşa gider."

Âzâlar:

"-Doğru, o duygulu sahneleri kaçırmamak için koşar."

"-En sevdiği dizi bile olsa beni bırakır, kalkar namazını kılar."

Yine âzâlar:

"-Doğru, hemen yanı başında kaçırmak istemediği bölümleri dinleyerek namaz kılar."

Bu harâretli atışmalar, kapının aralanmasıyla bir anda kesildi. Çünkü odaya tatlı bir meltem doluverdi. Ardından içeri giren kimsenin cemâli öyle aydınlıktı ki, göz kamaştırıyordu. Âzâların her biri hayranlıktan şaşırmış bir hâlde hemcinslerine baka kaldılar. Hiç bu kadar parlak âzâlar görmemişlerdi. Onlara gıbta ile bakıp, bu nûra nasıl sahip olduklarını sordular. Onlar da:

"-İhlâs, ihlâs, ihlâs!.." dediler.

Derin bir nefes alıp iç çektiler.

"-Bize de yâ Rab! Bize de yâ Rab! Bize de!.." dediler.

Baktıkça içleri açıldı. Üzerlerindeki kara bulutlar dağıldı.

Kıymet bilmezin hâli de birden değişmişti. Bu parlak çehreli insan, içeri girdikten sonra kendisine çeki düzen vermeye başladı. Ne zamandır açık olan televizyon kapandı. Başına bir de örtü alıp vakti giren namazı kılmak için abdest almaya hazırlandı. Âzâlar bir farklılık hissediyorlardı. Neydi bu hafiflik! Sanki üzerlerinden ağırca bir yük kalkmıştı.

Sonra musluk suyu açıldı. Mis gibi bir koku yayıldı. Bu güzel kokuyu çok uzun zamandır duymamışlardı. Abdest suyuyla öyle bir karşılaşmaları oldu ki, birbirine yıllardır hasret dostlar gibi sarıldılar. Abdest suyu dile geldi.

"-Ben sizin ne zamandır hasretle beklediğiniz abdest suyuyum. Hadi artık mahzun olmayın!.. Sizi nûrumla tertemiz yıkayayım, iştiyâkınızı daha da artırayım."

Sonra âzâlar dile geldi.

"-A ümit pınarımız! A Hazret-i Mûsâ'nın asâsı gibi taştan hayat fışkırtan el suyumuz!.. Bizi senden mahrum bırakma!" diye yalvardılar.

Abdest suyuna daldılar. Daldıkça yandılar. Yandıkça kandılar. Hepsi birden dile gelip:

"Hamdü lillâh, hamdü lillah, hamdü lillah!.." dediler.

Bu hamd içinde abdest aldılar, sermest oldular.

Ayşegül Zobi Balta

7 Ekim 2010 Perşembe

Yağmurun annesi ey sevgili - Senai Demirci

Yağmurun yağdığı bir gün göğsünü açıp kollarını da kaldırarak damlaların mübarek bedenini ıslatmasına izin vermişsin.
Neden böyle yaptığın sorulmuş.
Demişsin ki: “Yağmurun Rabbine verdiği söz tazedir yenidir.”

Yağmur ki varlık alemine henüz buyur edilmiştir.
Daha “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna az önce “belâ” demiştir.
O’ndan ayrılığın henüz başındadır. Rabbine verdiği kul olma sözü henüz tazedir.

Şimdi Sen geliyorsun yeniden ruhlarımıza.
Seni soluyoruz yeniden.
Küçük çocuklar gibi bağırıyoruz: “Resulallah geliyor ay doğuyor üzerimize yeniden.”
Güzel zamanlar düşüyor nasibimize.
Yeniden yazıyoruz kalbimizi.
Ay doğuyor üzerimize.
Senin ikliminden yağmur iniyor göğsümüze.
Sen gerçeği bulandırmadan bize taşıyan billur pınarımızsın.
Sözlerini içmeye ceylan bakışlı kızlarımızla geliyoruz.

Sen kendisine indirilene kendinden hiçbir şey katmadan aktaran duru ayinemizsin.
Sen ilahi emirlerin ağırlığını üzerimize hiç incitmeden indiren incecik yağmurumuzsun.
Sen ki yağmursun.
Kimseyi kimseden ayırmıyorsun herkese eşitçe her yere bolca rahmet taşıyorsun…
Çoraklaşmış kalplerimize ebedi serinlikler indiriyorsun.
Sen sessizliklerin ortasına inen yağmur şıpıltısısın.
Sen ayrılık uçurumlarına serinlikler taşıyan yağmurların habercisisin.
Sen rüzgarların önü sıra müjdeler getirensin.


“Bütün Zamanların En Güzel Yağmuru” Sensin
.
Öyle ki yağmurlar bile Senin hatırına ıslandı.
Öyle ki dudağımıza Senin adınla değdi sular.
Seni hep bir bulutun gölgelemesi elbette ki boşa değildi.
Değil bir bulut bütün alem bir bulut olup başına toplansa Sana değerdi.
Varlığın kalbi Senin tebessümünle teselli buldu.
Yokluğun bağrından Senin dokunuşunla varlığın pınarı coştu.
Sen yokluğun katılığına asâ-yı Musa oldun.
Fenanın ateşinden sen ruhlarımıza gül kokulu serinlikler sundun.
Ayrılıkların amansız ateşinde bize İbrahim teni oldun.

Sen yağmurun annesi
ey Sevgili
muhabbetin bin yağmurdan serin
sen yağ ki
çöl doysun çöl doysun ey Nebi…

Senai Demirci

6 Ekim 2010 Çarşamba

nasr suresi ve abdest


İza cae nasrullahi vel feth

Dünya seni esir aldığında, dünyalıklar canın ciğerin olduğunda
Dûn olduğunda özünden, döndüğünde "kalu bela"da ki dünkü sözünden
Dünya meşgalesiyle, sevgisiyle kalp,el,yüz,göz kirlendiğinde,
Fikir bulandığında ve sen sen olmaktan çıkıp dünyaya da/ğı/ldığında
seni ancak Allah kurtarır

"İza cae nasrullahi vel feth" gelmeli
Allahın yardımı gelmeli,
Feth gelmeli,
İslam gönlünü, zihnini, dilini, elini fethetmeli
gelmeli ve fethetmeli ki kurtulabilesin.

Ezanla yola çıkar Allahın yardımı,
Allahu Ekber!... Allahu Ekber!...
Ve eğer reddetmezsen Allahın yardımını,
içindeki ses duyduğun sese eşlik eder.
Hayyalel Felah!... Hayyalel Felah!...
Haydi kurtuluşa!... Haydi kurtuluşa!... der.


Gelir Allahın yardımı

Abdest diye gelir, su diye gelir
Allahın üzerinizdeki nimetini tamamlamaya gelir
seni ve diğer insanları Allahın dinine davete gelir
seni ve azalarını Allahın dinine davete gelir

Abdestle sıyrılırsın dünyadan, dünyevileşmekten, bulanıklıktan,
Allahın yardımı ile temizlenirsin,
Allahın yardımı ile islamın fethine açarsın gönlünü, dimağını
İşte o zaman

İza cae nasrullahi vel feth olur, Allahın yardımı gelir, İnsan abdeste durur.
İşte "İza cae nasrullahi vel feth, İşte Allahın yardımı, İşte abdest

sana!...
insana!...
inanana!...
inansana!...
inen sana!...
inan sana!...
anlasana!...
anla sana!...
alsana!...
al sana!...

Veraeytennase yedhulune fi dinillahi efveca
Ve insanların Allahın dinine fevc fevc girdiğini gördüğünde

Seninle birlikte diğer insanlarında dünyadan sıyrılarak Allahın dinine girdiklerini gördüğünde
onları Abdest alır, Camiye gider, Ezana tabi gördüğünde

hidayet olunduğunu anlarsın "sıratellezine enamte aleyhim" e
anlarsın yalnız kendisinden yardım dilediğinin dileğini kabul ettiğini
anlarsın Allahın yardımının geldiğini
anlarsın doğru yoldakilerle beraber olduğunu, yönünün doğrul/d/uğunu

ve şimdi şükretme, hamdetme, tesbih etme zamanı


Fesebbih bihamdi Rabbike vestağfirh innehu kane tevvaba

O zaman Rabbini hamd ile tesbih et, istiğfar et muhakkakki O tövbeleri kabul edendir.

Terbiye edene, Rabbine övgüyle tesbih et, büyükle
Abdest al , abdest aldır gönlüne, zihnine
ve işlediklerin için istiğfar et, tövbe et
Kendini, gönlünü, elini, dilini, zihnini yıka
Muhakkak ki O tövbeleri kabul edendir.
Haydi gelsin şimdi tesbihler
Subhane Rabbiyel azim!...
Subhane Rabbiyel ala!...
Subhanallah!...
Haydi hamd ile tesbih et Rabbini
Elhamdulillah!...
Elhamdulillah!...
Elhamdulillah!...

Etkin.Z

5 Ekim 2010 Salı

İlk Abdest

Cebel-i Rahme: Rahme Tepesi.

Burası, insanlık serüvenin başladığı yerdir.

Hz. Adem ve Havva’nın yeryüzünde ilk defa buluştuğu yer.

Hz. Adem, cennette günah işler, yasak ağaca yürür ve meyvesinden yer.

Sonra “Rabbena zalemna enfusena Ve in lem tağfirlena ve terhemna lenekunenne minel hasirin”(Araf-23).

Ayette buyrulduğu gibi, Hz. Havva ile birlikte “Ya Rab, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, kaybedenlerden oluruz Ya Rabbi” diye feryat ederler.

Allah, onları cennetten çıkarır. Hz. Adem ile Havva, ilk defa bu dağın tepesinde buluşurlar. Hz. Adem ile Havva günahlarından dolayı gözyaşlarına boğulurlar, ağlarlar ve yalvarırlar:

Ya Rabbi sana nasıl tevbe edelim, bize tevbeyi öğret.

Allahu Teala Hz. Adem’e öğretir.

Ey Adem, harama yürüdüğün ayaklarını topuklarınla beraber yıka.

Yasak ağaca uzanan elini, harama uzanan elini dirseğinle beraber yıka.

Harama baktığın yüzünü yıka,

yediğin ağzını, kokladığını burnunu yıka.

Abdest, Hz. Adem’in tevbesidir. İlk abdesti alan Hz. Adem’dir.

Her abdest bir tevbedir aslında. Her abdestle dökülen maddi kirler değil, günah kirleridir.

Yasin Suresi’ni hatırlayın: “O gün insanların ağızlarını mühürleriz, ellerini konuştururuz, ayakları kazandıklarına şahitlik eder.”

Kıyamet günü, elimiz, ayağımız aleyhimize şahitlik etmesin diye Allah abdest nimetini vermiştir insanlığa.

Son ayette size olan nimetimi tamamladım diyor Allahu Teala.

İslam nimettir, külfet değildir asla.

Ama bugün Müslümanlar için din, külfet haline gelmiştir ne yazık ki.

Abdest bizim için külfet gibi.

Abdest olmasaydı, hepimiz organlarımızın aleyhimize şahitliğinden helak olurduk.

Abdestliyken abdest almaya ne der eskiler? Nurun ala nur.

İşte bundandır. Her abdest bir tevbedir.

Dr. Erkan AYDIN