"..... ALLAH size güçlük çıkartmak istemez, Ancak O sizi Tertemiz / Ak pak/Arı duru kılmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister, Umulurki şükredersiniz "

4 Ekim 2007 Perşembe

ABDEST VERMEK DEYİMİ


ABDEST VERMEK


“Abdest vermek” ibaresi, kusurundan ötürü birini sert sözlerle azarlamak, tevbih veya tekdir etmek, iyice darılarak haşlamak manasına eski bir deyim. İyi de muhatabı üzmeyi göze alan böyle bir sertliğin abdestle ne alâkası var?
Abdest, maddi olmaktan ziyade hükmî bir temizlik. Abdest almayı icap ettiren halleri hatırlayın. Hatta namaz, tavaf, tilavet secdesi, Kur’an-ı Kerim’e dokunma gibi, Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmayı, O’nunla mülâki olmayı ifade eden ibadet ve hallerde şart koşulmasından hareketle, abdest aynı zamanda manevi bir temizliktir, demek mümkün. Bu meyanda bir Hadis-i Şerif’te “zahmetine rağmen abdesti tam almak”, Allah Tealâ’nın “hatalarımızı silmesi”nin ve “derecelerimizi yükseltmesi”nin vesileleri arasında sayılmıştır.

Malum, “abdest” kelimesi Farsçadır; ayet ve hadislerde geçmez. Arapçada abdeste “vudû’” derler ki temizlik yanında “güzellik” manâsını da taşır. Kur’an-ı Kerim’de ise “taharet” kelimesi vardır. Taharet, maddi temizlik kadar, mesela Efendimiz s.a.v.’in mezar-ı şeriflerinin bulunduğu mekanı adlandırırken kullandığımız Ravza-i Mutahhera terkibinde görüldüğü üzere, “manevi temizlik” manâsına da gelir. Hülasa “abdest” sadece maddi bir temizlikten ibaret değildir. Aynı zamanda hükmî ve manevi bir arınma demektir. Bu sebepledir ki Rasulullah s.a.v. müminleri devamlı abdestli bulunmaya teşvik etmiştir.

Deyimler neler demiyor ki

Yazının başlığındaki “abdest vermek” ibaresi, kusurundan ötürü birini sert sözlerle azarlamak, tevbih veya tekdir etmek, iyice darılarak haşlamak manasına eski bir deyim. İyi de muhatabı üzmeyi göze alan böyle bir sertliğin abdestle ne alâkası var? Yukardaki girizgâhla “abdest vermek” tabiri arasında nasıl bir münasebet kuracağız? Hilm ve şefkatle muameleyi esas alan bir dinin müntesipleri hışım ihtiva eden bir tavrı, üstelik abdestle nasıl telif ediyor?

Bizler deyimlerin hangi hali yansıttığını bilmekle yetinir, neden böyle bir temsil yoluna gidildiğinin peşine düşmeyiz. Halbuki bugün unuttuğumuz birçok tabir medeniyet inşa eden eski bir anlayışa dair ipuçları taşır bakıp görebilenler için. Bu kalıplaşmış ifadeler, beşerî bir tavrı, bir durumu, bir muameleyi, benzer bir tablo ile müşahhaslaştırarak daha tesirli, daha kolay anlatmak maksadı yanında, arka planındaki kabullerle de önemli ve değerlidir.

Mesela insanların farklılığını anlatmak üzere kullanılan “Beş parmağın beşi bir değil” deyimi, farklılık yahut benzemezliklerin en yakın insanlar arasında bile olabileceğini, yaradılıştan geldiği için buna rıza gösterilmesini, hatta el bu beş parmakla iş görebildiğine göre farklılıkların verimlilik açısından gerekliliğini anlatır. Deyimin temelinde, fıtrî farklılıkları tabii görmekten öte avantaj kabul eden, dolayısıyla onları ortadan kaldırmayı düşünmeyen bir zihniyet vardır. Bunun gibi, “eli kulağında” deyimi, “bir şeyin vukuuna az kaldığını, çok kısa bir zaman sonra gerçekleşeceğini” anlatmakla kalmaz, bu deyimi kullanan milletin ezanı takipteki hassasiyetini ve gündelik hayatını namaz vakitlerine göre düzenlediğini de ihsas eder. “Eli kulağında” tabiri, müezzinlerin ezan okumaya başlamadan önce, seslerinin iç kulaktaki yankısını kontrol maksadıyla ellerini kulaklarına götürmekten mecazdır, bilindiği üzere.

Nush ile uslanmayınca

Eski deyimlerimizin bilinen manâlarına ilaveten yedeğindeki inceliklere dikkat çekmek üzere, “abdest vermek” veya “abdestini vermek” şeklinde kullanılan bu tabirin derinliklerindeki anlayışı birlikte tahlile çalışalım. Halk arasında “paylamak” şeklinde de söylendiğine göre, müstehak olanı hak ettiğiyle paylamak; abdest almayana, abdestsizlikte ısrar edene abdestini vermek adaletin icabıdır, meşrudur. Fakat abdest almak gibi bunun da maksadına, usûl ve erkânına, hangi şartlarda kime ve nasıl verileceği hususlarına riayet gerekir.

Ziya Paşa’nın meşhur “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr / Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir” beytinden de anlaşıldığı gibi “tekdir”, münkerattan men için nush ile tazir, yani öğüt ile cezalandırma arasında bir terbiye metodudur. Ancak zaruret halinde ve netice alınabileceğine kanaat getirilirse müracaat edilir. Azarlayıp paylamanın “abdest” olarak nitelenmesi, tekdir edenin yahut abdest verenin, hata ve günah işleyen muhatabı arındırma maksadına işarettir. Zira abdest “hadesten taharet”tir. Dinen çirkin görülen bütün işler, münker sayılan bütün fiiller ve bid’atler de insanı kirleten birer “hades”tir. Kaldı ki emir bi’l-marûf ve nehiy an’il-münker, yani iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmak farz-ı kifayedir.

Şahit olduğumuz bir yanlışından dolayı din kardeşlerimizi ikaz etmemenin vebali vardır. Ebu Hureyre r.a.’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamberimiz s.a.v. şöyle buyurmuştur: “Kıyamet günü kişiyi tanımadığı biri yakalar ve der ki: Sen beni hata ve münker işlerken görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!” İşte bu sebeple tarihteki birçok İslâm devletinde ikaz ve hüsn-i tedbir için “hisbe” teşkilatları kurulmuş; kendilerine “muhtesip” denilen ve belli şartları taşıyan vazifeliler, insanları gerektiğinde tekdir yoluyla yanlışlarından men etmeye çalışmışlardır.

Abdest nasıl verilir?

Buraya kadar anlattıklarımızdan, en küçük bir kusurunda dahi karşımızdakini sert sözlerle rencide edebileceğimiz ruhsatı çıkarılmasın. Fıkıh kaynaklarında muhtesiplerin münkerattan men etmek üzere yapacağı işlemlerin mutlaka uyulması gereken bir sırası vardır. Evvela işlenen fiilin gayr-i meşru olduğunu lütuf ve mülayemetle anlatıp; bilmediğini farz ederek doğrusunu izah edecektir. Bundan sonra, yanlışlığını öğrendiği halde muhatabı o fiilde ısrar ediyorsa nasihatte bulunacaktır. Bu da fayda vermezse eğer, söz ile haşin davranmak ve ağır konuşmak gerekebilir ki, mevzu ettiğimiz deyim işin bu safhasını karşılar.

Sert konuşmak; sövüp saymak, yalan-yanlış ithamlarda bulunmak değildir elbette. Geleneğimizde tekdir metodu daha ziyade karşıdakini tenhada yüzüne karşı techil etmek, yani cehaletini ve ahmaklığını dile getirmek tarzındadır. Bunda yalan ve yanlış yoktur; çünkü günahta ısrar cehalete, ahmaklığa delalettir. Hz. İbrahim a.s.’ın kavmini tekdir için sarf ettiği, “Size de, Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yazıklar olsun! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” sözleri (Enbiya, 67) bu husustaki üslup ölçüsünü verir.

Buna rağmen tatlılıkla telkinde bulunmanın şayan-ı tercih olduğunu, illa tekdir gerekiyorsa sözü fazla uzatmamanın tavsiye edildiğini hatırlatalım. Hatta bu gibi ağır sözlerin fayda vermeyeceğine dair bir kanaatimiz varsa, hiç konuşmamanın, buğz ettiğimizi davranışlarımızla göstermenin daha doğru olacağı söylenmiştir.

Bu ölçüleri gözetmek kaydıyla masiyet sayılmayan münkerlerden men etmek için de tekdir meşrudur. Malum, münker masiyetten daha şümullüdür. Mesela çocukların veya delilerin bazı uygunsuz davranışları günah sayılmaz ama sakındırılması gereken birer münker olabilir. Öte yandan her hata da masiyet değildir.

Maksat arındırmak ise

Kişi önce nefsinin abdestini vermelidir. İnsanın nehyettiği şeyi yapmaması, hem münkeratı nehyetme salahiyetinin hem de o sakındırmadan netice alabilmenin şartlarındandır. Nefsin abdestine daha ziyade “tezkiye” tabir edilir ki, bu da “temizleme, temize çıkarma” demektir.

Saniyen, mesuliyeti altında bulunanlara, evlad ü ıyaline, talebesine, maiyetine, hal icap ettiriyorsa abdest verebilir. Tekdiri gerektiren halin, izah ve nasihata rağmen münkerden kaçınmamanın yol açtığı bir kirlilik olduğunu söylemiştik. Sert sözlerle kınamak, ayıplamak, hatta bazen ağır ifadelerle incitmek; muhatabı manevi kirlerinden arındırmak, onu Allah Tealâ’nın huzuruna çıkabilecek evsaf ve kıvama getirmek içindir.

Bu sebeple maksadı bakımından “nasihat” ile “tekdir” arasında fark yoktur. Zira “bir kimseye kalbini yumuşatacak, onu iyiliğe sevk edecek surette söz söyleme“ manasına kullandığımız “nasihat” yahut “nush” kelimeleri de kök itibariyle “temizleme, saflaştırma” demektir. Mesela “tevbe-i nasuh” terkibindeki “nasuh” aynı köktendir; tevbedeki halisâneliği, saflığı, samimiyeti ifade eder.

Netice itibariyle nasihat de tekdir de te’dib etmenin iki vasıtasıdır. Aslında “edeblendirme, terbiye, güzel ahlâk ve davranışlarla teçhiz” manâsına “te’dib”in zaman içinde “muaheze, sert bir üslupla haddini bildirme” manasını da kazanmış olması, terbiyede tekdire de müracaat edilebileceğine, hatta bazen bunun gerekliliğine işarettir.

Eskiler madem ki azarlayarak, muaheze ederek, paylayarak yapılan bu işe “abdest vermek” demiş ve böylece bunu bir arındırma ameliyesi olarak görmüştür; o halde muhatabın iyiliğini, ebedi saadetini esas almışlardır. Belki “abdest vermek” deyiminin en mühim inceliği buradadır. Tenakuz gibi görünse de abdest vermek kinin, düşmanlığın, gayzın değil, muhabbetin tezahürüdür. Nefsanî bir öfkeyle bağırıp çağırmakla, haklı sebeplere dayansak bile abdest vermiş olmayız.

Tekdir ettiğimiz insanı sevmiyorsak tathir de edemeyiz. Eskilerin faikiyeti burada. Bizim bu kadar sözle izaha çabaladığımız şeyi onlar iki kelimeyle, “abdest vermek” diyerek anlatıvermiş.



Ali YURTGEZEN

Semerkand Dergisi

Hiç yorum yok: