İnsan onda kendine bakmış, yüzünü görmüş. Yalnız insan mı, medeniyetler de yüzüne bakmak ve kendini görmek için suyu seçmiş. Ve su, o kadar berrakmış ki, bakana ayna oluvermiş.
Hayat bu, su gibi akıp geçermiş. Ama yine de suya “hayat” denmiş.
İnsanoğlu tarih boyunca nerede bir su görse, kenarına ilişip bir canlı hayat, bir yerleşim ve bir uygarlık kuruvermiş.
Yusuf Has Hacib “Ev almak istersen komşunu sor, yer almak istersen suyunu sor.” demiş. İnsan bunu sular seller gibi ezberlemiş. Öyle ki bütün göçenler, yer yurt arayanlar, nerede bir pınar başı, bir göl ya da nehir kenarı bulmuşlarsa önce orayı yurt edinmiş, ekmeği taştan çıkartmak için, önce suyu görmek istemiş. Su insanı, hayvanı, otu, sebzeyi, meyveyi, atmosferi ve dünyayı beslemiş. Temel unsurlardan (anasır-ı erbaa) biri oluvermiş.
Çakıl taşlarının arasından, sert ve kuru toprağın çatlağından, yerin altından âb-ı leziz fışkırmış. Âb-ı lezizi bulanın nân-ı aziz araması da su götürmez gerçekmiş.
Su başaklara boy vermiş. Ama buğdayın nân olabilmesi için, taşıma suyla dönmeyen su değirmenlerinin yapılması gerekmiş. Sonra, su az gelirse değirmenin taşı da yavaş yavaş döner ve un kalitesiz oluverirmiş. O undan da belki aş olur ama nân-ı leziz olmazmış. Taşı sıksa suyunu çıkaran insan arklar yapmış, değirmene oluk oluk sular akmış.
İnsan onda kendine bakmış, yüzünü görmüş. Dile ilham gelmiş, su üstüne düşen desenlerin sanatına “su yüzü” anlamına gelen “ebru” denmiş. Her insan bir ebru kabul edilmiş, her desen (suret) suya sadece bir kere düşüvermiş.
Yalnız insan mı, medeniyetler de yüzüne bakmak ve kendini görmek için suyu seçmiş. Ve su o kadar berrakmış ki, bakana ayna oluvermiş. Su, güzelliğin tarif edilemez haliymiş ve insan “su gibi güzel”e benzetilmiş.
Su küçüğün, havadan sudan konuşmak büyüğün hakkıymış. Hava ve suya sevdalanan insan aylarca toprağa basmadan deryaları dolaşmış. Su da büyüklük edip, köpük köpük denizlerde koca gemileri taşımış.
Su hürmet, asalet, temizlik, bolluk ve bereket toplamış içine ve “medeniyet” oluvermiş.
Çeşmelerden Akan Medeniyet
“Temizlik imandandır” hükmüne inanan ve temizliği hayatın temeline yerleştiren müslüman toplumlar, temizliğin ilk ve en önemli şartının su olduğundan hareketle, su ile insana hayat hakkı verene, her şeyi sudan yaratana şükrettiler ve suya kutsal anlamlar yüklediler. Musa’yı kollarında uyutan Nil’i sevdiler. İbrahim’i ateşte serinleten, Yusuf’u saklayan, Hacer’i ve İsmail’i doyurana “aziz” dediler ve “su gibi aziz ol” diye dua ettiler.
Tarihte suya bir medeniyet izafe eden Osmanlı’da, suyun hem kıymetini hem de bu kıymetin mücessem hale geldiği unsurları alabildiğince görüyoruz. Bir su medeniyeti inşa etmek için evvela suyu çok iyi tanıyan Osmanlı, içerisinde mistik bir arıtma ve temizleme gücü bulunduğuna işaret etmiş, bunu çeşmeler, sebiller, selsebiller, suluklar, şadırvanlar, sarnıçlar, hamamlar ve köprüler ile yaşayan ve hür olan bir şekle büründürmüş.
‘Su, sudur!’
Bir bilim adamına, “Bize suyu tanımla!” dediklerinde birkaç gün mühlet istemiş. Kitaplar karıştırmış, araştırmalar okumuş, geceler boyunca bin bir türlü tanım yapmış ve bir sabah, küçük bir deri parçasının üzerine şu cümleyi yazdıktan sonra kimseciklere görünmeden o şehri terk edip gitmiş: “Su, sudur kardeşim!”
Su, sudur evet. İnsan kadar izahtan uzaktır. Yaratılışın sırrını taşıması münasebetiyle, tanımda ahengi bozulandır. Sesi, kokusu, tadı bir de deyişi olan ve eline su dökülmeyendir. Yağmur da, buhar da olandır. Balıklara üç öğün yemek hazırlayandır. Pişmiş aşa katılandır. Gerektiğinde ibret olsun diye havanda dövülen, sabra götürsün diye kalburla taşınan, gönlü olmayınca bin dereden getirilendir. Kız çocuklarına ilk öğretilen “su taşı” dır. Sandıklar süsleyen “su oyası” dır.
Allah’ın ilk yarattıklarından ve serbest bıraktıklarındandır. O’nun Cemal ve Celal sıfatlarını temsil eden, Hayy (diri) ismine işarette bulunandır.
Suyunuzu Nasıl Alırdınız?
Türklerin su konusunda rütbe sahibi oluşu, su ile olan sıkı münasebetleri, Sir Henry Wood’a; “Bir Türk yudumladığı suyun hangi pınar ve kaynaktan çıktığını hemen bilir.” dedirtmiş.
O yüzden suyu erbabına sormalı. Taşdelen mi, Karakulak mı, Hamidiye mi, bir yudumda anlar. Tabii erbabın etrafında saman altından su yürütenler yoksa.
Su katılmamış Taşdelen’cilerden bir paşa, sürgüne gönderilir. Oraların suyunu içemez ve tutturur ille de Taşdelen Suyu... Vilayetin önde gelenleri seferber olur, en güzel sular ikram edilir ama yok, Paşa Taşdelen’den başkasına yüz vermez. Paşa’ya ders verip biraz da intikam almak için İstanbul’dan Taşdelen Suyu getirilir ama Paşa’ya ikram edilirken, “Kaçgar Suyu’dur” denir. Paşa bir yudum alır, mest olur ve “Demek ki Taşdelen’in bir kolu da Kaçgarlara uzanıyor..” der.
Namık Kemal ve arkadaşları Jön Türkler, Londra’ya giderken yanlarında İstanbul’dan Karakulak Suyu götürmüşler. Süheyl Ünver, İstanbul’dan hacca giden su meraklılarının yanlarında İstanbul suyu götürdüklerini, hacdan dönerken de eğer su artarsa, kıyamayıp geri getirdiklerini yazar.
Koskoca Yahya Kemal ve içtikleri su ayrı gitmeyen arkadaşları da, bazı akşamlar toplanır, farklı yerlerden aldıkları sularla yarışmalar yapar, “bil bakalım bu nerenin suyu” diye sabaha kadar su içerlermiş.
Tanpınar ‘Beş Şehir’de, gurbetteki bir kadının ateşli humma nöbetleri geçirirken “Hünkâr, Şifa, Çırçır, Sırmakeş” diye günlerce sayıkladığını ve kendisine İstanbul Suyu götürülünce şifa bulduğunu yazar.
Şair, “Hamravat suyu dondu. Dicle’de dört parmak buz. Ama seni baharmışın gibi düşünüyorum.” dizeleriyle, “siz asıl Anadolu’nun sularına bakın” mı demek istemiştir? Öyle ya, Hamravat, Bursa Suları, Çene Suyu ve daha nice âb-ı lezizin az mı hikâyesi vardır.
Evliya Çelebi yine mi abartmıştır bilinmez ama şöyle nakleder: “Eski bilginler Hamravat Suyunun içine pamuk koyup tarttılar. İstanbul’da Eski Saray Kapısı önündeki biricik çeşme suyu ile de başka pamukları ıslattılar. Hamravat Suyu ile ıslatılan pamuklar hafif geldi. İşte böyle hafiftir Hamravat suyu. Pamuk ağır olsaydı, suyun acı ve faydasızlığına delalet ederdi.”
Su Edebi, Su Edebiyatı
İstanbul’da 1925’te 1553 çeşmeden su akıyordu. Bugün suyu akan çeşme sayısı 800. Sadece bu sayılar bile, klasik ve modern edebiyatın neden bu kadar “su”lu olduğu hakkında fikir verir. Divan Edebiyatı’nda meşhur “âb-name”ler vardır. Her ezberde en az biri saklanan şiirler, türküler, şarkılar… “Su duadır, yakarış, ayna, berraklık, saffet / Onun madeni gökte altınlar gibi sarfet!”
Yaşar Kemal’in kitabına “Karıncanın Su İçtiği” ismini vermesinin; Karadenizli balıkçıların, “deniz o kadar durgundu ki, balıklar bile su içiyordu” deyişine bir gönderme olup olmadığını ise hâlâ merak etmekteyim.
Biz, hayatın sudan yaratıldığını öğrendik, suya “aziz” dedik. Yüzyıllarca onunla birlikte yaşadık ama kirletmedik, haram bildik israf etmedik, üzerinde mülkiyet iddia etmedik, onu metazori ele geçirmedik, üç kuruş için önünü kesmedik.
Su ile hayat arasındaki ilâhi dengeyi, “suyun bir zerresi ile deryası karşısında, aynı derecede edepli olmak” diye öğrendik. Nehir kenarında abdest alırken dalgınlıkla kolunu dört kere yıkayan dervişi, “Bir şeyin çok ve bol oluşu, senin onu çok ve bol kullanmanı gerektirmez!” diye ikaz eden arkadaşına kulak verdik.
“Ama köprünün altından çok sular geçmiş” diyen sulanmış zihniyete, bu edebi anlatmak için bin dereden su getirmek bile iktifa etmez.
‘Sular Yandı, Sular Sarardı’
Nehirler kuruyor. Kaynaklar azalıyor. Bütün küresel dertler en çok da suyun önüne gem vuruyor. Çocuklar artık su savaşını, bahçeler ve hortumlar bulunamadığından pahalı oyuncak su tabancalarıyla yapıyor. Çocukların pahalı silahlarla yaptığı su savaşları, korkarım bir bardak suda fırtına koparmaya ayarlı büyüklere kötü örnek olacak. Ve çocuklar, büyüyünce tarih kitaplarında ülkeler arası su savaşları okuyacak.
“Sudan ucuz” artık sadece deyim mesabesinde. Markasına dikkat edilerek alınması salık verilen ruhsatlı damacanalar, güvenli kapaklı, tescilli amblemli ama her eve giremeyecek kadar külfetli.
Radyoda bir türkü çalıyor, “Su gelir güldür güldür, gel de yar beni güldür.” Yar belki güldürmeye namzet de, güldür güldür su gelse gelse musluktan gelmekte. O da ha kesildi ha kesilecek, can çekişmekte. Üstelik Haşim söylemiş, “Sular yandı, sular sarardı.” demiş. Şimdi yar kara kara düşünmekte, ak ellerin soğuk suya nasıl batırır…
Ecdadın su zevkini, suya verdiği kıymeti, miras olarak devam ettirenler var mıdır hâlâ bilmem ama uzaklarda bir yerlerde Fuzuli “S
u Kasidesi”ni, buralarda birileri de en azından su üstüne yazılar yazıyorsa şükür ki, hâlâ içimize su serpen bir “âb-ı leziz” var.
Yağan ve fışkıran..
semerkand dergisinden